Bu Blogda Ara

10 Nisan 2014 Perşembe

Selam alıp vermek...

Sizlerde bilirsiniz  ki; selam vermek, selam almak "yaradanın selamı üzerine olsun" demektir. 

Bundan daha ulvi bir şey olabilir mi? 

Teşekkürler selam verip 
selam alanlara... 
Bilirsiniz ki teşekkür şükürden gelir, selam olsun selam verip selam alanlara.


Selam olsun bize selamı öğreten ecdadımıza. Selam olsun Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Sakarya’da, Dumlupınar’da, Anadolu’da şehit olanlara, gazilerimize binlerce selamlar.

Selam olsun üç kıtaya hakim olan ecdadımıza. 

Selam olsun 
bize bu toprakları 
bırakanlara, 
teşekkürler…

2 Nisan 2014 Çarşamba

Türk Mendil Kültürü

Bu yazıyı  Sanat Dünyamız (Yapı Kredi Yayınları, 9 Ocak 1977) Dergisinde yayınlayan Sayın Nurhayat Berker’e teşekkürlerimle…

Türk el sanatında mendil; ilk işleme örneğidir. Türkler genellikle bir süsleme aracı olarak kullandıkları mendili; renk, motif gerekse teknik yönden en güzel bir yöntemle süslemişlerdir.

Ve mendilin tanımladığımız anlamda yani burun ve ter silmek için kullanılmasına ilk olarak Türklerde görülen bu kullanım şekli mendilin; tarihi akışı içerisinde bir dönüm noktası olarak kabul edilmelidir. Bu hükmün aydınlatıcı ve bizi bilinçli olarak bu sonuca ulaştırıcı kaydına Kaşgarlı Mahmud’un (Hicri 464) yazdığı Divanı Lugat-it Türk adlı eserde rastlıyoruz. Eserde insanın burnunu temizlemesi için cebinde taşıdığı ipekli kumaş veya herhangi bir bez parçası karşılığı olarak, ulatu kelimesi mendilden başka bir şey değildir.
14. yüzyıldan itibaren doğuda yaygın bir hal alan mendil, 15. Yüzyılda İran, Moğol ve Osmanlı minyatürlerinde sık sık görülmeye ve yazma eserlerde değişik isimlerle belgelenmeye başlamıştır. 16.yüzyılda Venedik yolu ile Osmanlı Türklerinden bir ihtiyaç ve süs malzemesi olarak doğudan batıya geçmiştir.
Bu yüzyıla ait olan medillerde kullanılan esas madde; çok ince keten olup, el tezgahında dokunmuştur. Genel olarak 55x55 cm ve 65x65 cm ölçülerindedir. Ketenin tabii rengi esas alınmakla beraber, 16. Yüzyılda “lacivert, tarçini, yağ yeşili ve siyah zeminli” mendillere rastlanmıştır. 

Gerek işlemede kullanılan ipeklerin boyanmasında gerekse mendillerin bordürlerinde görülen yazmaların boyanmasında Osmanlı Türkleri son derece ileri gitmişlerdir. Çeşitli bitki, yaprak ve köklerle istedikleri renkleri elde etmişlerdir. Yine mendilin işlenmesinde kullanılan ipek ve keten iplikler; zemin vazifesini gören bezin çeşidine göre, ince veya kalın, birkaç kat bükülmüş veya tek kat olarak hazırlanmıştır.

16. ve 17. Yüzyıl işlemelerini gösterişli hale sokan altın ve gümüş sim devrin en belirgin örneğidir. Mendillere uygulanan nakışlarda da bazı özellikler vardır. Mendilin her iki yüzünün de kullanılmaya elverişli olması için bu tarz işlemelerde hesap işi denilen bir nakış denenmiştir. Gevşek kumaşların atkı ve çözgüleri sayılarak genellikle motif çizilmeden doğrudan doğruya bez üzerine işlenen nakışa hesap işi adı verilir. Hesap işi adı altında toplanan ve mendillere uygulanan nakış çeşitleri:
- Düz hesap,  - Pesend,  - Muşabbak

Yarın yerel seçim var!

(29.03.2014 tarihinde kaleme alınmıştır.)

Yarın yerel seçim var! Memleketimize, milletimize hayırlı olsun. 
A parti, B Parti adayları ve mensupları: hepimiz kardeşiz. Hangi   parti kazanırsa, memleketimize hayırlı olsun. 

Gençlerimize iyi örmek olalım; onları kavgaya teşvik etmeyelim. Gençlerimizi bu uğurda kaybetmeyelim, bu uğurda analar babalar yanıyor, gerisi YALAN.

Milli iradeye saygılı olalım. Türk Milleti; büyük millettir, unutmayalım. Cenab-ı Hak devletimize zeval vermesin. Sabırlı olalım. Bu büyük millet geçmişte neler yaşamış, göçler, birinci Dünya Savaşı, Çanakkale, Sakarya, Balkan savaşları.. daha niceleri. Çok gencimiz bu topraklar uğruna şehit ve gazi olmuş. Aileleri sabırla beklemiş, hiç isyan etmemiş. 

Bu memleket; bizim!
Hangi dinden, hangi mezhepten olursak olalım bu topraklar; bizim!
Hepimiz bu vatanın evladıyız. Kol  kırılır, yen içinde kalır. 
 
Birlik ve beraberlik içinde birbirimize saygılı olalım.

Aile Ne Demektir? Bunun Ehemmiyeti…

(Merhum Ahmet Hamdi Akseki’nin ‘İSLÂM DÎNİ İtikat, İbâdet ve Ahlâk’ adlı eserinin 1960 tarihli Onbirinci Baskısında* yer alan, bu çok sevdiğim yazısından bazı paragrafları sizlere aktarmak istedim...)
Şahsi vazifelerden önce aile vazifeleri gelir. Aile her ferdin mensubu olduğu ufak bir cemiyettir. Bunun azalarını; karı- koca, ana-baba, çocuklar, hısım ve akrabalar teşkil etmektedir.
Ne kadar mütemeddin cemiyetler varsa ilk şekilleri ailelerdir. Ailelerin bir araya gelmesinden cemiyet doğar. Ailenin ehemmiyeti çok büyüktür. İnsan memleketine, milletine karşı borçlu olduğu vazife hislerini en ziyade burada öğrenir. Bütün sevgilerin, her türlü faziletlerin kaynağı ailedir. İnsan büyüklere hürmet ve itaati, küçüklere şefkat ve merhameti, bütün insanlara karşı faydalı olmayı hülâsa hem yaradana hem de O’nun yarattıklarına karşı vazifelerini hep ana kucağında baba ocağında öğrenir. Esas orasıdır, orada verilen terbiyenin tesiri çok büyüktür. 

Bunun içindir ki; azaları karşılıkla vazifelerini yapan, muntazam bir aileden husule gelen bir cemiyette, o nispette sağlam olur.
Aile vazifelerini şu surette hülasa edebilirsiniz.

  1. Karı Kocanın Birbirine Karşı Vazifeleri
  2. Ana ile Babanın Çocuklarına Karşı Vazifeleri
  3. Çocukların Ana ve Babalarına Karşı Vazifeleri
  4. Kardeşlerin Birbirine Karşı Vazifeleri
  5. Hısım ve Akraba Arasındaki Vazifeler
  6. Evimizde Hizmet Edenlere Karşı Vazifelerimiz

Evlenme; meşru bir vazifedir.

1: Karı Kocanın Birbirine Karşı Vazifeleri
Kadının da erkeğinde ayrı ayrı vazifeleri vardır. Karı- koca arasında her şeyden evvel karşılıklı ve samimi sevgi olmalıdır. Her birisinin diğerini ölünceye kadar hayat yoldaşı ve sır arkadaşı bilmesi lazımdır. Evlenmiş olan bir erkek; evinden başka bir şey düşünmemeli, kurmak istediği yuvayı sağlamlaştırmak için daima çalışmalıdır.
Evine yan bakarak aileye vereceği kuvvet ve servetin muhabbet ve müveddetin bir kısmını harice götürmek ve bu suretle rabıtasını gevşetmek çok çirkin bir harekettir. Aynı zamanda kadınlara karşı daima nezaketle ve yumuşaklıkla muamelede bulunmalıdır.
PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V.) müminlerin imanca en kamil olanları ahlakı güzel ve ailesine nezaketle muamele edenlerdir.

2: Ana ile Babanın Çocuklarına Karşı Vazifeleri
Ana babanın vazifesi yalnızca Dünya’ya çocuk getirmek değildir. Çocuklarının mensup olduğu cemiyete, hatta bütün beşeriyete faydalı bir uzuv olmasına çalışmaları da lazımdır.  İnsaniyete karşı muzur hastalıklı biri olmalarına yine anne baba sebep olabilir. Çünkü çocuklar içtimai, sıhhi,  ahlaki,  maddi, manevi bir çok hastalıkları da ana ve babadan alırlar. Onların hayırlı veya hayırsız bir insan olabilmeleri her şeyden ziyade aldıkları terbiyeye bağlıdır.
Ayrıca çocuk doğduktan itibaren 6-7 yaşına kadar devam eden ilk devirde ana ile babanın ilk ve en mühim vazifesi koruma kaidelerine göre sıhhatini temin etmektir. Onun her surette inkişafına çalışmaktır.

Çocukları severken; birini diğerinden üstün tutmamak lazımdır. Çocuklara beddua etmekten son derece kaçınmak lazımdır. Hülasa çocuğun iyi veya kötü olmasından ana baba;  hem cemiyet nazarında  hem de Allah yanında mesuldur.

PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V.) “çocuklarınıza iyi bakınız, onları güzel terbiye ediniz” buyurmuşlardır. Çocukları yaşayacakları istikbale göre hazırlamak, onların tahsil ve terbiyelerine  son derece dikkat etmek ana baba için borçtur. Çocuklarımızın en hayırlı hayatı yaşayabilmeleri için ne gibi bir hizmet bekliyorsa, onu anlamalı ve ona göre hazırlamalıdır. Her devrin kendine göre bir ihtiyacı olduğunu unutmamalıdır.

3:  Çocukların Ana ve Babalarına Karşı Vazifeleri
Çocukların ana ve babalarına karşı vazifeleri Kur’ân-ı Kerim ile Peygamberimizin hadislerinde beyan olunmuştur. Onları da şu suretle hülâsa edeceğiz:
1.       Anasına babasına ihsân etmek, (sözü, işi varsa malı ile iyilikte bulunmak)
2.       Ana ile babaya (üf) bile dememek; onlara karşı gerek dili gerek tavır ve hareketi ile en ufak bir hürmetsizliği, bıkkınlığı andıracak hiçbir şeyde bulunmamak,
3.       Anaya ve babaya sert söylememek, gönüllerini kıracak bir lisan kullanmamak, öyle bir harekette bulunmamak,
4.       Yüzlerine sert ve öfkeli bakmamak, onlara karşı ekşi ve asık suratlı olmayıp dâimâ güleryüzlü ve yumuşak sözlü olmak..

PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V.) hadislerinden;
“Allahın rızası ana ve babayı, kendinden memnun ve razı etmekle kazanılır. Anaya babaya itaat Allah’a itaattir. Onlara karşı gelmek Allah’a karşı gelmektir. Cennet anaların ayakları altındadır. Anasına babasına herhangi bir suretle hüzün ve keder veren büyük günah kazanır.
Şunlar en büyük günahlardır;
-Allaha şirk koşmak
-Anaya babaya karşı gelmek
-İnsan öldürmek
-Yalan yere yemin etmek

4: Kardeşlerin Birbirine Karşı Vazifeleri
Kardeşler yekdiğerinin cüzleridir. Hiçbir sebep kardeşleri birbirinden uzaklaştırmamalıdır. Para, servet ve miras gibi herhangi bir maddi şey ile kardeşlik bağını gevşetmememiz, ahlâkî kaidelere uygun değildir.

5: Hısım ve Akraba Arasındaki Vazifeler
Hısım ve akrabalarımıza karşı âile hisleriyle mütehassis olmak, derecelerine göre şefkat ve saygı göstermek, yardıma muhtâc olanlara yardım etmek, onları asla unutmamak, vakit vakit ziyaretlerine gitmek, uzakta bulunanların hediye ve mektuplarla hatırlarını sormak ve böylelikle aile  bağlarını sağlamlaştırmak ahlâkî bir vazifedir.
Dînimiz böyle emretmiştir.

6: Evimizde Hizmet Edenlere Karşı Vazifelerimiz
Yardımcılarımız, aile efrâdından olmamakla beraber, fazilet ve insanlık dini olan dinimiz onları da hakir bir vaziyete düşürmemiş, onlara da tıpkı âile gibi muâmele yapılmasını emreylemiştir. Yardımcılarına kendi yediğinden yedirmek, kendi giydiğinden giydirmek, onlara tahammüllerinden fazla hizmet yüklememek, işlerinde yardım etmek, onları tahrik edip kalplerini kırmamak, edep ve terbiyelerine son derece dikkat etmek  lazımdır. İslamın şiârı budur.
 
* Bu eser, Diyanet İşleri Reisliğince:
1950 yılında 10.000
1953 yılında 10.000
1954 yılında 10.000
1957 yılında 10.000
1958 yılında 10.000
1959 yılında 20.000
1960 yılında 25.000 nüsha olmak üzere sekiz defada
            105.000 adet bastırılmıştır. 
 

Üsküdar'a Dair...

Evet, Üsküdar… 

Benim için özel bir yeri olan o güzel semt! 

Rahmetli pederim Üsküdar’ı çok severdi. İlk talebeliği Üsküdar’da geçmiş. Daha sonra Osmanlı’nın en büyük Üniversitesi olan Darül-Fünun dan mezun olmuş, ayrıca Cumhuriyet ile birlikte İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini de bitirmişti.

Bu günlerde Üsküdar’dan geçişte ayrı bir düzensizlik görüyorum. Üsküdar Meydanında ki tarihi hamam zannediyorum cennet mekan Mihrimah Sultan Külliyesine dahil, “evet ecdat yadigarı eski hamam market, evet market! hem de uzun zamandan beri.. Bu da yetmiyormuş gibi tarihi hamamın güzelim taş duvarlarındaki çirkin, kaba, zevksiz, tarihimize saygısızca acımasız hoyrat kırmızı yeşil bir tabela! Bu binayı şanına yakışır bir kültür merkezi yapsanız olmaz mı? Veya aslına uygun turistik hamam! Yine rant temin edersiniz, zaten bizim derdimiz rant! Hey hayt nerede Vakıflar Genel Müdürlüğü, Büyükşehir Belediyesi, Üsküdar Belediyesi?
Yalnız bu mevkide olanların içinde İstanbul sevgisini İstanbul’u bilme, ecdada saygılı yöneticiler olmalı… 

Üsküdar meydanındaki tarihi çeşme, o güzel tabii aslını korumuyor. Çeşme yükseğe kaldırılmış, derinde idi. Bunu ecdat hesaplamış yapmış. Derinde yapıldığında Biraz araştırır iseler bunun aslını öğrenirler. İstanbul’da hiçbir çeşme yüksekte yapılmamıştır. Bunu da araştırın. Maksadı suyu alırken etrafa yayılıp sıçramaması için bu derinlikte yapılırmış.
İstanbul’a İstanbul’un Üsküdar’ına yakışmayan o çirkin tabela ön cepheden alıp yan cepheye koymuşlar idi. Şimdi tekrar o eski kötü yerine konmuş.

Camisi ile çeşmesi ile hamamı ile mektebi ile Üsküdar meydanı zarafet timsali idi. Şimdi ise otobüs durakları bir facia, çok çirkin... Sigara izmaritleri lebalep, her tarafta! Bir de beyaz masa binası çok çirkin...


O temiz Üsküdar meydanını zevkli görmek istiyoruz. Benzinciden önceki o güzelim meydan, ecdat yadigarı; pislik ve bakımsızlık içinde! Yazık! Temizleyip turistlere gösterseniz, gaye kazançsa, kazançta temin edebilirsiniz! Benim gibi eski İstanbul’luların da içi sızlamaz. Aslımızı unutmayalım. Eskiye, geçmişe saygılı olalım.

NE BÂK’İM VAR...

( Muhterem Abdurrahim Zapsu’nun varislerinin affına sığınarak...)

NE BÂK’İM VAR (‘’)

Sığındım Fahr-i alem lütfûne kimden ne hakim var,
Bütün alem ola düşman, o nura inhimakim var.

O’dur eshab-ı hilkat, kâinatı halkeden ALLAH,
Beni elbette hıfzeyler, penâhımdır Resûlüllah.

Beni kimdir o ali mesnedimden eylesin iğva?
İki alem onundur, hiç nesiri var mıdır, asla…

Hüda sevdi, yarattı zatına ol mazhar-ı Levlak,
Onundur, Ber, bahr, asuman, ay, gün bütün, eflak.

Bu varlıklar içinde zerreyim, bir katreden doğdum,
Muvakkat bir zaman, varlık içinde kendimi buldum.

Fakat aslım Adem’dir,müddetim bir gün biter bitmez,
Rücuum pek muhakkak, aslını hiç bilmeyen bilmez.


Evet ben kaniim her şey hüdadan, kainat alet…
Hüdanın verdiği şey, aynı nimet, cahile gaflet.

Bu dar-ı imtihanda ya ilahi,  isterim senden
Beni şer aleti etme, fenalık çıkmasın benden.

Muhammed (A.S.) aşkını benden ayırma, yak, kavur, kül et,
Bu aşka varsaq mani, kahredip adlinle mes’ul et.

İlahi aşıkım,  ancak, o maşukum habibindir,
Bu aşkı men edenler, dinine düşman rakibindir.

Kalem aciz, fikir aciz, bu aşkı inleyen aciz,
Bütün zerrat-ı alem, Fahr-ı alem derkine haciz.

O bir nar-ı hakikattir, güneş timsalidir parlak,
Görür  mü göz, güneş? Nuru alır, var ise şüphem bak.

Güneş vardır onu inkar eden ahmak ve cahildir,
Fakat, “gördüm, nedir bildim…” diyen yalancı gafildir.

Muhammed (A.S.) kainatın sırrıdır,şems-i fazilettir,
Muhammed (A.S.) nur-ı  hak’dandır, O nur ayn-i  hakikattir.

Muhammed (A.S.) olmasaydı çarh-ı devran aşka gelmezdi,
Muhammed (A.S.) olmasaydı, yer, gök, eflak olmazdı.

Muhammed (A.S.) olmasaydı Adem’ü Havva buluşmazdı,
Muhammed (A.S.) olmasaydı Hazret-i  Musa konuşmazdı.

Muhammed (A.S.) olmasaydı, Nuh’undan hem Halil nardan
Bulur mu idi Necati Hazret-i İsa, o ağyardan?

Muhammed (A.S.) olmasaydı Hazret-i  Sıddik olmazdı,
Adalet yıldızı, O   Hazret-i Faruk doğmazdı.

Muhammed (A.S.) olmasaydı, hilm-i Osman bahri coşmazdı,
Ali’nin ilmi olmaz , İbn-i Abbas hiç konuşmazdı.

İmam-ı azam olmazdı Ne Malik, Şafii asla…
Ne Ahmed Hambel’in ilmi, ne Kanun-i Ebu Sina.

İmam-ı Eş’ariler, Matüridiler, Gazaliler,
Ne Farabi doğar,asla ne Hafızlar, Fuzililer.

Ne Firdevsi yazar şiiri ne Camiler, Nizamiler,
Ne Mevlana gelir aşka, ne Sa’diler ve Nabiler.

Ne Eflatun, ne Fisagur, ne Calinus gelmezdi,
Edison ile Markoni keşiften keşfe ermezdi.

Muhammed (A.S.) olmasaydı, bülbülün avazı olmazdı,
Muhammed (A.S.) olmasa pervanenin pervazı olmazdı.

Bahar olmaz, çiçek olmaz, kış olmaz, yaz olmazdı,
Nevayi nay olmazdı, sedayi saz olmazdı.

Gülü görmüş onun hüsnünden aşık bülbülü şeyda,
Onun hüsnü yayılmış kainata, her güzel leyla.

Onun aşkiyle devreyler güneş, seyyareler mecnun.
Haberdar olmayan ruhlar hayattan bihaber mahzun.

Ona bel bağlayalılar hiç kederle hüznü bilmezler,
Ne dünyada ne ukbada yanılmazlar, yorulmazlar.

Ona bir itimat ettin mi?... her şey emre amade,
Ne servetler, ne mensaplar, metin olsun gönül sade.

Teselli ondadır, ancak saadet mihri aşkınde,
Ne hakim var, ne bakim var, onun divanı şevkinde.

Sarıl iman ile ol mevhar-i mevcude ey RAHMİ,
Sana kafi gelir, dünyada, ukbade O’dur hami.
Abdurrahim Rahmi ZAPSU

(Büyük İslam Tarihi, sayfa 395)