Eski
İstanbul güzelliğindeki dokunun menevişli bir rengi, bir örgü ibrişimi de,
gariptir ki, mezarlıklarıydı. Dünyaya en bağlantısız bir kişi bile soğukluğu
ile etkileyen bir konu olan ölüm ve onun ilk durağı olan, mezar, dünkü
İstanbul’da günlük yaşamın bir parçası haline gelmiş, olabildiğince
normalleşmiş, şehir peyzajının her köşesinde
onunla sarmaş dolaş olmuş ve gerçekten gariptir ki, tabii sevimlilik diyemesek
bile, bir yumuşaklık, biraz hüzün, ama bir çok doğallık kazanmıştı.
Bir mescit,
ağaçlıkları ve kandil gecelerinde ışıldayan pırlanta kolyeli minaresi kadar,
yanıbaşındaki, küçük mezarlığı da olmadan düşünülemiyor, yeşil parmaklıklı,
yaban gülleri basmış bir “hazire” olmaksızın cami resmi tamamlanmış olmuyor ve
kafesli tahta evler, gece gündüz, önlerindeki tenha sokağa olduğu kadar, yandan
veya arkadan içlerinde dantel gibi süslü taşların otlara gömüldüğü bu ahret
duraklarını da seyrediyordu…
Sağlık
kuralları açısından savunulacak yanı olmayan bu yerleşim, nasıl bir moral
dünyasının sonucuydu?
Anadolu
köylerinde ve kasabalarında, mutlaka dışarılarda, kasabaya giriş yolları
üzerinde yer verilen bu kabristanlar, başkentte, neden küçülüp bölünerek, taht
şehrinin her köşesine serpiştirilmiş, ve günlük yaşamın içerisine
katılmışlardı?
Kubbe,
minare, kandil, selvi, çitlenbik dokusundan oluşan cami resmini tamamlayacak,
bir mermer taşlar papatyalığı, fesler ve sarıklar, feraceler ve duvaklar
kuşağı, halkın bilinçaltı bir estetik duygusu ile, ve göze hoş gelen bir beğeni
alışkanlığı ile, zorunlu görülmüştü de, ondan mıdır?
Yaşamdan
ayrılan sevgililerden uzaklaşmamak arzusu ile bir vefa duygusundan; yoksa
gidenleri, kalanların okuyacakları dualardan yoksun bırakmamak isteyen bir
sevgiden mi kaynaklanır? Bilinmez.
Ama sonuçta
bu ahret durakları İstanbul resminin ayrılmaz figürleri olmuşlardı.
Taşların
hemen her biri, bir çeşme, bir mihrap bir selsebil kadar işlemeliydiler. Ve ondan
daha fazla olarak, eski yazı sanatının en hünerli hatları ile donatımlıydılar.
Her biri bir ansiklopedi sayfası kadar belgeseldi. Kim kimdi? Nasıl yaşamış, ne
zaman gitmiş, kitaplardan çok, onlar da yazılı idi. Bir çoğu anonim, fakat
milli bir edebiyatın, isimsiz şairlerin, basılı olmayan eserleri külliyatını
oluşturuyor, dil temizliğinin, deyiş ve söyleyiş kusursuzluğunun ve bir ulusa vücut
veren, duygular birliğinin, kır çiçekleri, üstlerine dökülen erguvan
tanecikleri ve yüzlerce çeşit kuşların cıvıltıları arasında, sayfalarını sergiliyordu:
Bakmayan,
çeşm-i basiretle, Şehzâdem tâşına
Bilmez
ol hâlim benim, tâ gelmeyince bâşınâ
Otuz
iki yaşında câm-ı mevti nûş edip
Merhume olup doymayan
genç yâşınâ
Emine hânım rûhu için
kim okur bir fâtihâ.
Dâr-ı cennette giye, ol
tâc-ı zerrin bâşına.
(İstanbul Estetiği,
Çelik Gülersoy, 1983)