Bu Blogda Ara

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Ahretin Durak Taşları

Eski İstanbul güzelliğindeki dokunun menevişli bir rengi, bir örgü ibrişimi de, gariptir ki, mezarlıklarıydı. Dünyaya en bağlantısız bir kişi bile soğukluğu ile etkileyen bir konu olan ölüm ve onun ilk durağı olan, mezar, dünkü İstanbul’da günlük yaşamın bir parçası haline gelmiş, olabildiğince normalleşmiş,  şehir peyzajının her köşesinde onunla sarmaş dolaş olmuş ve gerçekten gariptir ki, tabii sevimlilik diyemesek bile, bir yumuşaklık, biraz hüzün, ama bir çok doğallık kazanmıştı.

Bir mescit, ağaçlıkları ve kandil gecelerinde ışıldayan pırlanta kolyeli minaresi kadar, yanıbaşındaki, küçük mezarlığı da olmadan düşünülemiyor, yeşil parmaklıklı, yaban gülleri basmış bir “hazire” olmaksızın cami resmi tamamlanmış olmuyor ve kafesli tahta evler, gece gündüz, önlerindeki tenha sokağa olduğu kadar, yandan veya arkadan içlerinde dantel gibi süslü taşların otlara gömüldüğü bu ahret duraklarını da seyrediyordu…

Sağlık kuralları açısından savunulacak yanı olmayan bu yerleşim, nasıl bir moral dünyasının sonucuydu?
Anadolu köylerinde ve kasabalarında, mutlaka dışarılarda, kasabaya giriş yolları üzerinde yer verilen bu kabristanlar, başkentte, neden küçülüp bölünerek, taht şehrinin her köşesine serpiştirilmiş, ve günlük yaşamın içerisine katılmışlardı?

Kubbe, minare, kandil, selvi, çitlenbik dokusundan oluşan cami resmini tamamlayacak, bir mermer taşlar papatyalığı, fesler ve sarıklar, feraceler ve duvaklar kuşağı, halkın bilinçaltı bir estetik duygusu ile, ve göze hoş gelen bir beğeni alışkanlığı ile, zorunlu görülmüştü de, ondan mıdır?

Yaşamdan ayrılan sevgililerden uzaklaşmamak arzusu ile bir vefa duygusundan; yoksa gidenleri, kalanların okuyacakları dualardan yoksun bırakmamak isteyen bir sevgiden mi kaynaklanır? Bilinmez.

Ama sonuçta bu ahret durakları İstanbul resminin ayrılmaz figürleri olmuşlardı.

Taşların hemen her biri, bir çeşme, bir mihrap bir selsebil kadar işlemeliydiler. Ve ondan daha fazla olarak, eski yazı sanatının en hünerli hatları ile donatımlıydılar. Her biri bir ansiklopedi sayfası kadar belgeseldi. Kim kimdi? Nasıl yaşamış, ne zaman gitmiş, kitaplardan çok, onlar da yazılı idi. Bir çoğu anonim, fakat milli bir edebiyatın, isimsiz şairlerin, basılı olmayan eserleri külliyatını oluşturuyor, dil temizliğinin, deyiş ve söyleyiş kusursuzluğunun ve bir ulusa vücut veren, duygular birliğinin, kır çiçekleri, üstlerine dökülen erguvan tanecikleri ve yüzlerce çeşit kuşların cıvıltıları arasında, sayfalarını sergiliyordu:

Bakmayan, çeşm-i basiretle, Şehzâdem tâşına
Bilmez ol hâlim benim, tâ gelmeyince bâşınâ
Otuz iki yaşında câm-ı mevti nûş edip
Merhume olup doymayan genç yâşınâ
Emine hânım rûhu için kim okur bir fâtihâ.
Dâr-ı cennette giye, ol tâc-ı zerrin bâşına.

(İstanbul Estetiği, Çelik Gülersoy, 1983)

18 Temmuz 2014 Cuma

Evin "Saygılısı" Nasıl Olur?

Yamaçlardaki Düzen
Saygılı evlerin biçim verdiği bir düzendi bu. Evin saygılısı nasıl olur? 

İnsanın saygılı olanı gibi: Sağına soluna “mukayyet” olan, çevresine özen gösteren, kimsenin hakkını çiğnememeye dikkat eden, edepli, terbiyeli bir tutum. Eski İstanbul evi böyleydi.


Hiçbir imar planı ve herhangi bir kontrol mercii olmadan, Belediyesiz ve İmar Bakanlıksız bir düzen içinde, diplomalı Mimarlarca deste deste projeleri de çizilmeksizin, Müslüman ya da gayrimüslim,  keserini omzuna asmış bir dülgerin elinden çıkma bu tahta evler, yüzyıllardır birikmiş bir sosyal görgünün örgüsü içinde, birbirlerini kollayarak yer tutarlardı. 

Hiç biri öbürünün üstüne aşırı yükseklikle fazladan çıkmaz, bir diğerinin ışığını, manzarasını duvar gibi kapatmazdı. Özellikle yamaçlarda ve bir orman ya da deniz manzarasına karşı yerleşen mahalleler için, bu daha da önem kazanan bir tutumdu. 

İstanbul gibi, yedi tepeye kurulan bu kadar belirgin tepelerin olmasa bile her halde inişi yokuşunun fazlalığı söz götürmeyen bir kentte, bu meyillerde yerleşim, düzlüklerden daha çok oranda idi!  Şehrin Taksim’den öteye, Şişli’den İstinye’ye doğru açık ve düz alanlara uzanmadığı bunun hayal bile edilmediği çağlarda, tüm kent bir yandan Marmara’ya, bir yandan Haliç’e bakan sırt ve yokuşlarda Galata tarafında da limana ve boğaza bakan yamaçlarda yer tuttuğundan, evlerin çoğunluğu bu meyilli arazilerde yapılmış oluyor… Burada birbirinin manzarasını kapatmamak, önem kazanıyor; karşıya gelen şiirli ve büyülü görünümü eşitçe paylaşmak, yazılmamış bir şehirciliğin, önemli bir prensibini oluşturuyordu. Bu kente gelen yabancı gezginlerin en eskileri bile, evlerin yazılı olmayan bir hukuk ve görgü düzeni içinde, görünümlerini serbest bırakarak, birbirleri ile tam uyumlulukla yapılmalarını hayretle, takdirle, fark etmişlerdir.

Başta dediğim gibi, evler böyleydi, çünkü  insanlar da öyleydi. Bir toplumda her şey bir sebep sonuç ilişkisinin içindedir. Taşlar, topraklar,  onları kullanan insanların huyları, husları bir yana bırakılarak incelenemezler. 

Eşyaya biçim veren, insandır! Evleri de böylesine bir saygı ve sevgi düzeninin içerisine sokan, eski İstanbul’lunun zihin yapısı, manevî dünyası, yaşama bakış açısı idi. Bu Dünya’yı amaç değil, araç sayan, kendini öbür hayata hazırlayan, bir yaradan fikri önünde sınav geçirdiğini kabul eden, önüne sunulan hayat nimetlerini bu ölçü ile alan eski insanın, büyük çoğunluğu, dükkanında çığırtkanlık etmeden sükûnetle ticaret ve esnaflık ediyor, el emeği ile işini işliyor, sofrasına gelen yoksul ya da yabancı ile ekmeğini paylaşıyor, evinin manzarasını da aynı gönül rahatlığı ve göz tokluğu ile, önündeki, arkasındaki komşusu ile bölüşüyordu. 

O zamanlar kimsede, denizi doldurup sulak yerde çimento bina çıkmak, para yedirip dağ gibi binasına üç beş kat daha da fazla dikmek, karşıdaki iki üç kulaç denizi görmek için birbiri üstüne devrilir gibi tıkış tıkış yapılar yükseltmek, başkasının ya da devletin toprağına, kavga döğüş tek odalı bir gecekondu oturtup, sonra köydeki tarlayı satarak, karının  altın bileziğini küpesini paraya çevirerek, tek göz gecekondunun bir taraftan yanına oda ilave edip, öbür yandan üstüne, kat üstüne kat çıkıp, üç yılda ucube apartmanların sahibi olmak gibi hırslar ve tutkular yoktu

Sayısı, miktarı tadında kalan bir nüfusa, tek ya da en çok iki katlı bir küçük ev ona göre bir bahçe ve bahçede biraz erik ve kayısı, pencerede mor salkımlı bir yasemin yetiyor ve artıyordu. Bütün bunlar gösterir ki bu şehirde yine ölçülü ve saygılı bir imar düzeninin, evlerin birbiri ile uyumlu bir yerleşiminin doğabilmesi için, önce insanlarının hizaya girmesi, dünya görüşlerinde ve yaşama bakış açılarında tok gözlülüğün, kamu yararına dönüklüğün, kısmetse tekrar egemen olması, herkesi, alabildiğine dizginsiz bir kazanç hırsı yerine, komşuya saygı, çevresine sevgi, yoksullara ve düşkünlere yardım gibi, sıcak ve insancıl duyguların sarması gerekir. Bunlar kendi başına durup dururken doğan şeyler değildir; iki ana kaynağın, yani ülkenin ekonomik alt yapısı ile, kültür üst yapısının birer ürünü, birer sonucudurlar. Bu iki temel üretim biçimi ve kültür mayası, önce, insanları etkiler, sonra da o insanların yaşadığı ve yaptığı şehirlere, biçimini verir. 

Bir bilge kişi, bir kentin insansız ve boş manzarasına, genel görünümüne karşıdan şöyle bir baksın, iki ana kaynağa, yani o şehrin insanlarına geçim yolları ile ruh yapılarını hemen anlayabilir. Yahut yine bir filozof kişi, okumuş ve dünya görmüş, umur yaşamış biri, kırlık yerde küçük bir kalabalıkla biraz alışveriş etsin ve azıcık da konuşsun, onların bilmediği şehrini hemen gözünde canlandırabilir.

Çelik Gülersoy, İstanbul Estetiği, 1983

7 Temmuz 2014 Pazartesi

İstanbul Estetiğinin Örgüsü

Şimdi, eski İstanbul’u İstanbul yapan özellikleri, yani benzersiz güzel, iç ısıtan, göz okşayan bir kumaşın, dokusunu ve renklerini, iplik-iplik ele alalım.

Taç Oturtulmuş Tepeler

Bu, en çok bilinen, çünkü en belirgin olarak görülen, bunların sonucunda da, bugüne kadar en çok yazılmış olan, bir özelliktir: Ecdad, adı yedi tepeliye çıkmış olan beldede açık olarak görülmeyen bu tepelere, hiç değilse ufuk çizgisine, en çok özen gösterdikleri anıtsal yapılarını oturtmuşlardır. Bu hem Haliç’e bakan üst çizgide böyledir, hem Marmara boyunca uzanan şehir yüzünde böyledir. Ve sanki hepsini değişik yüzyıllarda değişik hükümdarlar, çeşitli devlet adamları ve onların sanatçıları yapmamışlar da, bir peri değneği dokunmuş, ya da bir tek ressam, tuvali üstüne tek fırça ile figürler oturtmuş gibi, hepsi aynı bir üslûbun uyumu içindedir. 

Önce, Topkapı Sarayı, sayısız gibi görünen kuleler ve kubbeleri ile koca bir taş kitlesinden oyulmuş kocaman ve ayrıntılı bir mücevher parçası halinde uç noktayı süsler. Sonra Haliç boyunca Bayazıd Camii, Yangın Kulesi, Süleymaniye Dağı, Sultan Selim Camii, bir tâcın incileri ve elmasları halinde, yerlerini almış olarak dizilirler. Gece olunca bu anıtların ışıklandırıldığı geceler bu resim daha da anıtlaşır: Az ışıklı şehirde – iyi ki az ışıklıdır- karanlık su ile lacivert sema arasında bu aydınlık yapılar, gökyüzüne bir kudret fırçasıyla boyanmış masal resimleri gibi ışıldarlar. Bunlar orada bir yamacın üst taraflarında yapılmış bir takım yapılar değiller de, havada, boşlukta, uzun, yüksek, akıl almaz platformlar üzerine pasta gibi oturtulmuş içi dışı ışıklı cennet mâbetleri gibi hem koca bir heybetle, ama hem de sıcak iç ısıtan bir sevimlilikle, şehre tepeden bakarlar.

Hele çocuklar için, bu bir dizi resim, Galata’dan, Tepebaşı’ndan, Köprüden hayretle görünen bu iddiasız donanma,  semalara çekilmiş bu ölümsüz resim, karanlıklar içindeki bu aydınlık taşlar, ne kadar olağanüstü ve olağandışıdır! Ve bir kere hafızalarına işlenen bu nakış, gözlerine sinen bu ışık, onlar için ne doğal, yapmacıksız, ana sütü kadar has, bir milli eğitim ve ulusal bir terbiye demektir. Bir yere bağlanmak, doğduğu ya da kendini bildiği, kendini bulduğu bir şehri sevmek, insanın önce kendi çöplüğü,  evi, köşesi bucağı ile içinde kıpırdanmaya başlar ama bu sıra dışı, anıtsal varlıklarla da perçinleşir, ölümsüzleşir ve vatan sevgisi, köklerini, ucu çocukluğa uzanan bu göz alışkanlıklarında ve ruh akrabalarında bulur.

Çelik Gülersoy, İstanbul Estetiği, 1983

Kul Hakkı

El hâsıl: İçtimâî hak ve vazifelerimizi  tamâmen saymak için yüzlerce sahife yazı yazmak lâzımdır. Ancak şu cihete pek  çok dikkat etmek lazımdır: başka insanlara karşı vazifemizi yapmayarak üzerimize onların haklarını geçirmemeliyiz. Çünkü kul hakkı çok zordur. 

Allahu Teâlâ’ya karşı borçlu kalacak olursak onun rahmeti boldur, kuvvetle umarız ki haklarından vazgeçer, bizi affeder, bize merhamet eder. Fakat üzerimizde kul hakkı olursa ondan kurtulmak çok zordur. 

Peygamber efendimiz (S.A.V.) bir gün sahâbe‘rine; “Müflis kimdir?” diye sormuş. 
Onlar da; “elinde, avucunda malı ve parası kalmayandır” diye cevap vermişler. Bunun üzerinde Peygamberimiz buyurdular ki “ bilemediniz, 
asıl müflis şu adama derler ki 
Dünya da iken yapmış olduğu bir çok ibâdetler ve tâatların sevap ve hasenâtı ile kıyâmet gününde Allahın huzûruna gelir. Bu adam dünyâ’da bir çok ibâdetler, hayırlar yapmış. Diğer taraftan da başkalarına zulmetmiş, kimini dövmüş, kimini sövmüş, kiminin canına tecâvüz etmiş,  kiminin malını almış, gönlünü kırmış, şuna buna eliyle ve diliyle eziyet etmiş… 

İşte bu hak sâhiplerinin hepsi o adamın etrafına toplanacaklar, haklarını isteyecekler; ‘bana Dünyâ’da iken şöyle yaptı, hakkımı al yarab’ diye davâcı olacaklardır. Allahu Teâlâ bunun hayrat ve hasenâtından husûle gelen sevapları bunlara taksim edecek, fakat yine borcu kapanmayacak, nihayet onların günahlarını bunun üzerine yükleyerek cehenneme gönderecek. İşte asıl müflis böyle olan adamdır.’ 

Öyle ise biz de gözümüzü dört açalım. Dünyâ’da iken hem Allaha olan vazifemizi hakkıyla yapalım, hem de insanlara karşı borçlu olduğumuz vazifelerimizi yerine getirelim. Hiçbir ferdi hiçbir sûretle incitmeyelim. 

Şurası da muhakkak ki; Müslümanlık ferdî olmaktan ziyâde içtimâî bir dindir. İnsan yalnız kendisini değil, başkalarını da düşünecektir. Bunu düşünemeyenler vazifelerini tam yapmış sayılmazlar.

Ahmed Hamdi Akseki, İslam Dini İtikat, İbâdet ve Ahlâk, 11.baskı, 1960