Yamaçlardaki Düzen
Saygılı
evlerin biçim verdiği bir düzendi bu. Evin saygılısı nasıl olur?
İnsanın
saygılı olanı gibi: Sağına soluna “mukayyet” olan, çevresine özen gösteren,
kimsenin hakkını çiğnememeye dikkat eden, edepli, terbiyeli bir tutum. Eski
İstanbul evi böyleydi.
Hiçbir imar planı ve herhangi bir kontrol mercii olmadan, Belediyesiz ve İmar Bakanlıksız bir düzen içinde, diplomalı Mimarlarca deste deste projeleri de çizilmeksizin, Müslüman ya da gayrimüslim, keserini omzuna asmış bir dülgerin elinden çıkma bu tahta evler, yüzyıllardır birikmiş bir sosyal görgünün örgüsü içinde, birbirlerini kollayarak yer tutarlardı.
Hiçbir imar planı ve herhangi bir kontrol mercii olmadan, Belediyesiz ve İmar Bakanlıksız bir düzen içinde, diplomalı Mimarlarca deste deste projeleri de çizilmeksizin, Müslüman ya da gayrimüslim, keserini omzuna asmış bir dülgerin elinden çıkma bu tahta evler, yüzyıllardır birikmiş bir sosyal görgünün örgüsü içinde, birbirlerini kollayarak yer tutarlardı.
Hiç biri öbürünün üstüne aşırı
yükseklikle fazladan çıkmaz, bir diğerinin ışığını, manzarasını duvar gibi
kapatmazdı. Özellikle yamaçlarda ve bir orman ya da deniz manzarasına karşı
yerleşen mahalleler için, bu daha da önem kazanan bir tutumdu.
İstanbul gibi,
yedi tepeye kurulan bu kadar belirgin tepelerin olmasa bile her halde inişi
yokuşunun fazlalığı söz götürmeyen bir kentte, bu meyillerde yerleşim, düzlüklerden
daha çok oranda idi! Şehrin Taksim’den
öteye, Şişli’den İstinye’ye doğru açık ve düz alanlara uzanmadığı bunun hayal
bile edilmediği çağlarda, tüm kent bir yandan Marmara’ya, bir yandan Haliç’e
bakan sırt ve yokuşlarda Galata tarafında da limana ve boğaza bakan yamaçlarda
yer tuttuğundan, evlerin çoğunluğu bu meyilli arazilerde yapılmış oluyor…
Burada birbirinin manzarasını kapatmamak, önem kazanıyor; karşıya gelen şiirli
ve büyülü görünümü eşitçe paylaşmak, yazılmamış bir şehirciliğin, önemli bir
prensibini oluşturuyordu. Bu kente gelen yabancı gezginlerin en eskileri bile,
evlerin yazılı olmayan bir hukuk ve görgü düzeni içinde, görünümlerini serbest
bırakarak, birbirleri ile tam uyumlulukla yapılmalarını hayretle, takdirle,
fark etmişlerdir.
Başta
dediğim gibi, evler böyleydi, çünkü
insanlar da öyleydi. Bir toplumda her şey bir sebep sonuç ilişkisinin
içindedir. Taşlar, topraklar, onları
kullanan insanların huyları, husları bir yana bırakılarak incelenemezler.
Eşyaya biçim veren, insandır! Evleri de böylesine bir saygı ve sevgi düzeninin
içerisine sokan, eski İstanbul’lunun zihin yapısı, manevî dünyası, yaşama bakış
açısı idi. Bu Dünya’yı amaç değil, araç sayan, kendini öbür hayata hazırlayan,
bir yaradan fikri önünde sınav geçirdiğini kabul eden, önüne sunulan hayat
nimetlerini bu ölçü ile alan eski insanın, büyük çoğunluğu, dükkanında çığırtkanlık
etmeden sükûnetle ticaret ve esnaflık ediyor, el emeği ile işini işliyor,
sofrasına gelen yoksul ya da yabancı ile ekmeğini paylaşıyor, evinin
manzarasını da aynı gönül rahatlığı ve göz tokluğu ile, önündeki, arkasındaki
komşusu ile bölüşüyordu.
O zamanlar kimsede, denizi doldurup sulak yerde
çimento bina çıkmak, para yedirip dağ gibi binasına üç beş kat daha da fazla
dikmek, karşıdaki iki üç kulaç denizi görmek için birbiri üstüne devrilir gibi
tıkış tıkış yapılar yükseltmek, başkasının ya da devletin toprağına, kavga
döğüş tek odalı bir gecekondu oturtup, sonra köydeki tarlayı satarak,
karının altın bileziğini küpesini paraya
çevirerek, tek göz gecekondunun bir taraftan yanına oda ilave edip, öbür yandan
üstüne, kat üstüne kat çıkıp, üç yılda ucube apartmanların sahibi olmak gibi
hırslar ve tutkular yoktu.
Sayısı, miktarı tadında kalan bir nüfusa, tek ya da
en çok iki katlı bir küçük ev ona göre bir bahçe ve bahçede biraz erik ve
kayısı, pencerede mor salkımlı bir yasemin yetiyor ve artıyordu. Bütün bunlar
gösterir ki bu şehirde yine ölçülü ve saygılı bir imar düzeninin, evlerin
birbiri ile uyumlu bir yerleşiminin doğabilmesi için, önce insanlarının hizaya
girmesi, dünya görüşlerinde ve yaşama bakış açılarında tok gözlülüğün, kamu
yararına dönüklüğün, kısmetse tekrar egemen olması, herkesi, alabildiğine
dizginsiz bir kazanç hırsı yerine, komşuya saygı, çevresine sevgi, yoksullara
ve düşkünlere yardım gibi, sıcak ve insancıl duyguların sarması gerekir. Bunlar
kendi başına durup dururken doğan şeyler değildir; iki ana kaynağın, yani
ülkenin ekonomik alt yapısı ile, kültür üst yapısının birer ürünü, birer
sonucudurlar. Bu iki temel üretim biçimi ve kültür mayası, önce, insanları
etkiler, sonra da o insanların yaşadığı ve yaptığı şehirlere, biçimini verir.
Bir bilge kişi, bir kentin insansız ve boş manzarasına, genel görünümüne
karşıdan şöyle bir baksın, iki ana kaynağa, yani o şehrin insanlarına geçim
yolları ile ruh yapılarını hemen anlayabilir. Yahut yine bir filozof kişi,
okumuş ve dünya görmüş, umur yaşamış biri, kırlık yerde küçük bir kalabalıkla
biraz alışveriş etsin ve azıcık da konuşsun, onların bilmediği şehrini hemen
gözünde canlandırabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder