Bu Blogda Ara

18 Temmuz 2014 Cuma

Evin "Saygılısı" Nasıl Olur?

Yamaçlardaki Düzen
Saygılı evlerin biçim verdiği bir düzendi bu. Evin saygılısı nasıl olur? 

İnsanın saygılı olanı gibi: Sağına soluna “mukayyet” olan, çevresine özen gösteren, kimsenin hakkını çiğnememeye dikkat eden, edepli, terbiyeli bir tutum. Eski İstanbul evi böyleydi.


Hiçbir imar planı ve herhangi bir kontrol mercii olmadan, Belediyesiz ve İmar Bakanlıksız bir düzen içinde, diplomalı Mimarlarca deste deste projeleri de çizilmeksizin, Müslüman ya da gayrimüslim,  keserini omzuna asmış bir dülgerin elinden çıkma bu tahta evler, yüzyıllardır birikmiş bir sosyal görgünün örgüsü içinde, birbirlerini kollayarak yer tutarlardı. 

Hiç biri öbürünün üstüne aşırı yükseklikle fazladan çıkmaz, bir diğerinin ışığını, manzarasını duvar gibi kapatmazdı. Özellikle yamaçlarda ve bir orman ya da deniz manzarasına karşı yerleşen mahalleler için, bu daha da önem kazanan bir tutumdu. 

İstanbul gibi, yedi tepeye kurulan bu kadar belirgin tepelerin olmasa bile her halde inişi yokuşunun fazlalığı söz götürmeyen bir kentte, bu meyillerde yerleşim, düzlüklerden daha çok oranda idi!  Şehrin Taksim’den öteye, Şişli’den İstinye’ye doğru açık ve düz alanlara uzanmadığı bunun hayal bile edilmediği çağlarda, tüm kent bir yandan Marmara’ya, bir yandan Haliç’e bakan sırt ve yokuşlarda Galata tarafında da limana ve boğaza bakan yamaçlarda yer tuttuğundan, evlerin çoğunluğu bu meyilli arazilerde yapılmış oluyor… Burada birbirinin manzarasını kapatmamak, önem kazanıyor; karşıya gelen şiirli ve büyülü görünümü eşitçe paylaşmak, yazılmamış bir şehirciliğin, önemli bir prensibini oluşturuyordu. Bu kente gelen yabancı gezginlerin en eskileri bile, evlerin yazılı olmayan bir hukuk ve görgü düzeni içinde, görünümlerini serbest bırakarak, birbirleri ile tam uyumlulukla yapılmalarını hayretle, takdirle, fark etmişlerdir.

Başta dediğim gibi, evler böyleydi, çünkü  insanlar da öyleydi. Bir toplumda her şey bir sebep sonuç ilişkisinin içindedir. Taşlar, topraklar,  onları kullanan insanların huyları, husları bir yana bırakılarak incelenemezler. 

Eşyaya biçim veren, insandır! Evleri de böylesine bir saygı ve sevgi düzeninin içerisine sokan, eski İstanbul’lunun zihin yapısı, manevî dünyası, yaşama bakış açısı idi. Bu Dünya’yı amaç değil, araç sayan, kendini öbür hayata hazırlayan, bir yaradan fikri önünde sınav geçirdiğini kabul eden, önüne sunulan hayat nimetlerini bu ölçü ile alan eski insanın, büyük çoğunluğu, dükkanında çığırtkanlık etmeden sükûnetle ticaret ve esnaflık ediyor, el emeği ile işini işliyor, sofrasına gelen yoksul ya da yabancı ile ekmeğini paylaşıyor, evinin manzarasını da aynı gönül rahatlığı ve göz tokluğu ile, önündeki, arkasındaki komşusu ile bölüşüyordu. 

O zamanlar kimsede, denizi doldurup sulak yerde çimento bina çıkmak, para yedirip dağ gibi binasına üç beş kat daha da fazla dikmek, karşıdaki iki üç kulaç denizi görmek için birbiri üstüne devrilir gibi tıkış tıkış yapılar yükseltmek, başkasının ya da devletin toprağına, kavga döğüş tek odalı bir gecekondu oturtup, sonra köydeki tarlayı satarak, karının  altın bileziğini küpesini paraya çevirerek, tek göz gecekondunun bir taraftan yanına oda ilave edip, öbür yandan üstüne, kat üstüne kat çıkıp, üç yılda ucube apartmanların sahibi olmak gibi hırslar ve tutkular yoktu

Sayısı, miktarı tadında kalan bir nüfusa, tek ya da en çok iki katlı bir küçük ev ona göre bir bahçe ve bahçede biraz erik ve kayısı, pencerede mor salkımlı bir yasemin yetiyor ve artıyordu. Bütün bunlar gösterir ki bu şehirde yine ölçülü ve saygılı bir imar düzeninin, evlerin birbiri ile uyumlu bir yerleşiminin doğabilmesi için, önce insanlarının hizaya girmesi, dünya görüşlerinde ve yaşama bakış açılarında tok gözlülüğün, kamu yararına dönüklüğün, kısmetse tekrar egemen olması, herkesi, alabildiğine dizginsiz bir kazanç hırsı yerine, komşuya saygı, çevresine sevgi, yoksullara ve düşkünlere yardım gibi, sıcak ve insancıl duyguların sarması gerekir. Bunlar kendi başına durup dururken doğan şeyler değildir; iki ana kaynağın, yani ülkenin ekonomik alt yapısı ile, kültür üst yapısının birer ürünü, birer sonucudurlar. Bu iki temel üretim biçimi ve kültür mayası, önce, insanları etkiler, sonra da o insanların yaşadığı ve yaptığı şehirlere, biçimini verir. 

Bir bilge kişi, bir kentin insansız ve boş manzarasına, genel görünümüne karşıdan şöyle bir baksın, iki ana kaynağa, yani o şehrin insanlarına geçim yolları ile ruh yapılarını hemen anlayabilir. Yahut yine bir filozof kişi, okumuş ve dünya görmüş, umur yaşamış biri, kırlık yerde küçük bir kalabalıkla biraz alışveriş etsin ve azıcık da konuşsun, onların bilmediği şehrini hemen gözünde canlandırabilir.

Çelik Gülersoy, İstanbul Estetiği, 1983

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder