Bu Blogda Ara

7 Temmuz 2014 Pazartesi

İstanbul Estetiğinin Örgüsü

Şimdi, eski İstanbul’u İstanbul yapan özellikleri, yani benzersiz güzel, iç ısıtan, göz okşayan bir kumaşın, dokusunu ve renklerini, iplik-iplik ele alalım.

Taç Oturtulmuş Tepeler

Bu, en çok bilinen, çünkü en belirgin olarak görülen, bunların sonucunda da, bugüne kadar en çok yazılmış olan, bir özelliktir: Ecdad, adı yedi tepeliye çıkmış olan beldede açık olarak görülmeyen bu tepelere, hiç değilse ufuk çizgisine, en çok özen gösterdikleri anıtsal yapılarını oturtmuşlardır. Bu hem Haliç’e bakan üst çizgide böyledir, hem Marmara boyunca uzanan şehir yüzünde böyledir. Ve sanki hepsini değişik yüzyıllarda değişik hükümdarlar, çeşitli devlet adamları ve onların sanatçıları yapmamışlar da, bir peri değneği dokunmuş, ya da bir tek ressam, tuvali üstüne tek fırça ile figürler oturtmuş gibi, hepsi aynı bir üslûbun uyumu içindedir. 

Önce, Topkapı Sarayı, sayısız gibi görünen kuleler ve kubbeleri ile koca bir taş kitlesinden oyulmuş kocaman ve ayrıntılı bir mücevher parçası halinde uç noktayı süsler. Sonra Haliç boyunca Bayazıd Camii, Yangın Kulesi, Süleymaniye Dağı, Sultan Selim Camii, bir tâcın incileri ve elmasları halinde, yerlerini almış olarak dizilirler. Gece olunca bu anıtların ışıklandırıldığı geceler bu resim daha da anıtlaşır: Az ışıklı şehirde – iyi ki az ışıklıdır- karanlık su ile lacivert sema arasında bu aydınlık yapılar, gökyüzüne bir kudret fırçasıyla boyanmış masal resimleri gibi ışıldarlar. Bunlar orada bir yamacın üst taraflarında yapılmış bir takım yapılar değiller de, havada, boşlukta, uzun, yüksek, akıl almaz platformlar üzerine pasta gibi oturtulmuş içi dışı ışıklı cennet mâbetleri gibi hem koca bir heybetle, ama hem de sıcak iç ısıtan bir sevimlilikle, şehre tepeden bakarlar.

Hele çocuklar için, bu bir dizi resim, Galata’dan, Tepebaşı’ndan, Köprüden hayretle görünen bu iddiasız donanma,  semalara çekilmiş bu ölümsüz resim, karanlıklar içindeki bu aydınlık taşlar, ne kadar olağanüstü ve olağandışıdır! Ve bir kere hafızalarına işlenen bu nakış, gözlerine sinen bu ışık, onlar için ne doğal, yapmacıksız, ana sütü kadar has, bir milli eğitim ve ulusal bir terbiye demektir. Bir yere bağlanmak, doğduğu ya da kendini bildiği, kendini bulduğu bir şehri sevmek, insanın önce kendi çöplüğü,  evi, köşesi bucağı ile içinde kıpırdanmaya başlar ama bu sıra dışı, anıtsal varlıklarla da perçinleşir, ölümsüzleşir ve vatan sevgisi, köklerini, ucu çocukluğa uzanan bu göz alışkanlıklarında ve ruh akrabalarında bulur.

Çelik Gülersoy, İstanbul Estetiği, 1983

1 yorum:

  1. RUHUNUZUN DERİNLİĞİ BAKAN GÖNLÜNÜZÜN DİLE GELİŞİ....

    AYŞE ERASLAN

    YanıtlaSil