Şimdi, eski İstanbul’u İstanbul yapan özellikleri, yani
benzersiz güzel, iç ısıtan, göz okşayan bir kumaşın, dokusunu ve renklerini,
iplik-iplik ele alalım.
Taç
Oturtulmuş Tepeler
Bu, en çok bilinen, çünkü en belirgin olarak görülen,
bunların sonucunda da, bugüne kadar en çok yazılmış olan, bir özelliktir:
Ecdad, adı yedi tepeliye çıkmış olan beldede açık olarak görülmeyen bu
tepelere, hiç değilse ufuk çizgisine, en çok özen gösterdikleri anıtsal
yapılarını oturtmuşlardır. Bu hem Haliç’e bakan üst çizgide böyledir, hem
Marmara boyunca uzanan şehir yüzünde böyledir. Ve sanki hepsini değişik
yüzyıllarda değişik hükümdarlar, çeşitli devlet adamları ve onların sanatçıları
yapmamışlar da, bir peri değneği dokunmuş, ya da bir tek ressam, tuvali üstüne
tek fırça ile figürler oturtmuş gibi, hepsi aynı bir üslûbun uyumu içindedir.
Önce, Topkapı Sarayı, sayısız
gibi görünen kuleler ve kubbeleri ile koca bir taş kitlesinden oyulmuş kocaman
ve ayrıntılı bir mücevher parçası halinde uç noktayı süsler. Sonra Haliç
boyunca Bayazıd Camii, Yangın Kulesi, Süleymaniye Dağı, Sultan Selim Camii, bir
tâcın incileri ve elmasları halinde, yerlerini almış olarak dizilirler. Gece
olunca bu anıtların ışıklandırıldığı geceler bu resim daha da anıtlaşır: Az
ışıklı şehirde – iyi ki az ışıklıdır- karanlık su ile lacivert sema arasında bu
aydınlık yapılar, gökyüzüne bir kudret fırçasıyla boyanmış masal resimleri gibi
ışıldarlar. Bunlar orada bir yamacın üst taraflarında yapılmış bir takım yapılar
değiller de, havada, boşlukta, uzun, yüksek, akıl almaz platformlar üzerine
pasta gibi oturtulmuş içi dışı ışıklı cennet mâbetleri gibi hem koca bir
heybetle, ama hem de sıcak iç ısıtan bir sevimlilikle, şehre tepeden bakarlar.
Hele çocuklar için, bu bir dizi
resim, Galata’dan, Tepebaşı’ndan, Köprüden hayretle görünen bu iddiasız
donanma, semalara çekilmiş bu ölümsüz
resim, karanlıklar içindeki bu aydınlık taşlar, ne kadar olağanüstü ve
olağandışıdır! Ve bir kere hafızalarına işlenen bu nakış, gözlerine sinen bu
ışık, onlar için ne doğal, yapmacıksız, ana sütü kadar has, bir milli eğitim ve
ulusal bir terbiye demektir. Bir yere bağlanmak, doğduğu ya da kendini bildiği,
kendini bulduğu bir şehri sevmek, insanın önce kendi çöplüğü, evi, köşesi bucağı ile içinde kıpırdanmaya
başlar ama bu sıra dışı, anıtsal varlıklarla da perçinleşir, ölümsüzleşir ve
vatan sevgisi, köklerini, ucu çocukluğa uzanan bu göz alışkanlıklarında ve ruh
akrabalarında bulur.
Çelik Gülersoy, İstanbul Estetiği, 1983
RUHUNUZUN DERİNLİĞİ BAKAN GÖNLÜNÜZÜN DİLE GELİŞİ....
YanıtlaSilAYŞE ERASLAN