Mektubu
yazan: İhtiyat Zabit “Yedek Subay” Namzedi Edhem, İstanbul Hukuk Fakültesi Son
sınıfına devam ederken aynı zamanda Beyazıd Numune Mektebinde öğretmendi. 1912
1. Gönüllü olarak katıldığı Çanakkale
Savaşında bu mektubu yazdıktan sonra şehitlik mertebesine yükselmiştir. Şehid Muallim Edhem, Niğdenin “and-ulus” “Hacı
Abdullah” köyünde 29.02.1890 tarihinde doğmuş ve 19 Nisan 1915 te şehit olmuştur. Birliği 3.Kolordu, 57.Alay,
2.Tabur, 6.Bölük
2. Şehit Edhem o tarihte 25, annesi Zeynep 41
yaşında idiler. Mektupta bahsi geçen
kardeşi Halil 22 yaşında olup, Çanakkale’nin diğer bir cephesinde, kardeşi
Hilmi 16 yaşında öğrenci, Kardeşi Şevket 10 yaşında öğrenci, süt kardeşi Kadir
24 yaşındadır.
3. Mektupta bahsi geçen Divrin; annesinin
doğduğu Niğde’nin bir köyüdür.
4. Mektupta adı geçen kardeşi Halil 1894 te
ağabeysi ile birlikte Çanakkale savaşına katılmış, Kirde köyü ilerisinde Ziğindere’de
yaralanmış, gazi olarak sağ kalmış, 31 yıl Emniyet teşkilatında çalışmış
komiser olarak emekli olmuş, 1948’de vefat etmiştir.
“ Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk
annesi!
Nasihat-âmiz mektubunu, Divrin ovası gibi
güzel, yeşillik bir ağacın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının
sâyesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş rûhumu bir
kat daha takviye etti. Okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel
ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım,
uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek
eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selâmlıyor gibi geldi. Hepsi benden
tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.
Gözlerimi biraz sağa çevirdim. Güzel bir
yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir sedâ ile
beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim, cığıl cığıl akan dere, bana
validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu… Başımı
kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim
sevincime iştirak ettiğini, yaprakları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir
dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedasıyla bana tebşir ediyor ve
hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
İşte bu geçen dakikalar ânında, hizmet eri:
-Efendim, çayınız buyurunuz, içiniz, dedi.
-Pekâlâ, dedim.
Aldım baktım, sütlü çay…
-Mustafa, bu sütü nereden Aldın? Dedim.
- Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla
giden sürü yok mu?
- Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.
- İşte onun çobanından on paraya aldım.
Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de
su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim. Fakat bu sırada düşünüyorum; ben vâlidemin
sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu?
Şevket neden içmiyor? Dedim.
Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: “Valide
kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak bu
sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin âheste akışını
tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi.” Şevket merak etmesin, o görür,
belki de daha güzellerini görür.
Fakat Valideceğim,, sen yine müteessir olma.
Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı
göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir. O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında,
çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan
okuyordu. Ey Allahım, bu ovada onun sesi ne kadar
güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her şey, bütün mevcudât onu, o
mukaddes sesi dinliyordu.Ezan bitti, O dereden ben de abdest aldım,
cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.
Bütün Dünya’nın dağdağa ve debdebelerini
unuttum.
Ellerimi kaldırdım, gözümü yukarı diktim,
ağzımı açtım ve dedim:
- - Ey Türklerin Ulu Allahı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve
meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların
hâlkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle
güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.
“Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin
bütün dilekleri; ism-i Celâlini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu
şerefli dileği ihsan eyle, ve huzurunda
titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin
süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün mahfeyle!” diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim
kadar mes’ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi. Anneciğim,
oğlun Halit de benim gibi güzel yerlerdedir. Dünya’nın en güzel yerleri burası
imiş! Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da,
bizi de götürürler bir düğün yaparız, olmaz mı?
Kadir’e mektup yazdım.
Valideceğim, evdeki senet vesaireyi kimselere
kat’iyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin. Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle
anlatmış idim, bu Dünya böyledir. Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki
adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yanlız zaman ister.
Valideceğim, çamaşır falan istemem, paralarım
duruyor, Allah razı olsun.
Oğlun Hasan Edhem, 4 Nisan 1331 ( 17 Nisan
1915)"
(Türk
Petrol Vakfı Armağanı, İstanbul 1986)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder