Bu Blogda Ara

20 Aralık 2014 Cumartesi

Çanakkale Şehidinin son Mektubu

Mektubu yazan: İhtiyat Zabit “Yedek Subay” Namzedi Edhem, İstanbul Hukuk Fakültesi Son sınıfına devam ederken aynı zamanda Beyazıd Numune Mektebinde öğretmendi. 1912
1.  Gönüllü olarak katıldığı Çanakkale Savaşında bu mektubu yazdıktan sonra şehitlik mertebesine yükselmiştir.  Şehid Muallim Edhem, Niğdenin “and-ulus” “Hacı Abdullah” köyünde 29.02.1890 tarihinde doğmuş ve 19 Nisan 1915 te şehit  olmuştur. Birliği 3.Kolordu, 57.Alay, 2.Tabur, 6.Bölük
2.  Şehit Edhem o tarihte 25, annesi Zeynep 41 yaşında idiler.  Mektupta bahsi geçen kardeşi Halil 22 yaşında olup, Çanakkale’nin diğer bir cephesinde, kardeşi Hilmi 16 yaşında öğrenci, Kardeşi Şevket 10 yaşında öğrenci, süt kardeşi Kadir 24 yaşındadır.
3.  Mektupta bahsi geçen Divrin; annesinin doğduğu Niğde’nin bir köyüdür.
4.  Mektupta adı geçen kardeşi Halil 1894 te ağabeysi ile birlikte Çanakkale savaşına katılmış,  Kirde köyü ilerisinde Ziğindere’de yaralanmış, gazi olarak sağ kalmış, 31 yıl Emniyet teşkilatında çalışmış komiser olarak emekli olmuş, 1948’de vefat etmiştir.


 Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!

Nasihat-âmiz mektubunu, Divrin ovası gibi güzel, yeşillik bir ağacın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sâyesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş rûhumu bir kat daha takviye etti. Okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selâmlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden  mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.

Gözlerimi biraz sağa çevirdim. Güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir sedâ ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim, cığıl cığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu… Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaprakları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedasıyla bana tebşir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.

İşte bu geçen dakikalar ânında, hizmet eri:
-Efendim, çayınız buyurunuz, içiniz, dedi.
-Pekâlâ, dedim.
Aldım baktım, sütlü çay…
-Mustafa, bu sütü nereden Aldın? Dedim.
- Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?
- Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.
- İşte onun çobanından on paraya aldım.

Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim. Fakat bu sırada düşünüyorum; ben vâlidemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor? Dedim.

Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: “Valide kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin âheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi.” Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür.

Fakat Valideceğim,, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir. O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.  Ey Allahım, bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her şey, bütün mevcudât onu, o mukaddes sesi dinliyordu.Ezan bitti, O dereden ben de abdest aldım, cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.
Bütün Dünya’nın dağdağa ve debdebelerini unuttum.

Ellerimi kaldırdım, gözümü yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim:

-     -  Ey Türklerin Ulu Allahı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların hâlkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.

“Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i Celâlini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle,  ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün mahfeyle!” diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes’ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi. Anneciğim, oğlun Halit de benim gibi güzel yerlerdedir. Dünya’nın en güzel yerleri burası imiş! Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler bir düğün yaparız, olmaz mı?

Kadir’e mektup yazdım.
Valideceğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat’iyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin. Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim, bu Dünya böyledir. Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yanlız zaman ister.

Valideceğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.
Oğlun Hasan Edhem, 4 Nisan 1331 ( 17 Nisan 1915)"
(Türk Petrol Vakfı Armağanı, İstanbul 1986)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder