On yıl öncesine kadar…
Ne zaman
Emirgan Çınaraltında
çayımı yudumlasam,
" yok derdim içimden,
en iyisi karşıya geçip
çaya
Kanlıca’da devam etmek..."
Benim için İstanbul’da yaşamak
böyle
tatlı bir
salıncak keyfiydi
sanki....
Bebek’te keyifle laflarken “haydi arkadaşlar, Samatya’ya!” deyip şevkle yerimizden fırladığımız bir şehirden söz ediyorum. Kadıköy’den geceyarısı kalkıp sabahı Fatih’te karşıladığımız bir şehirden…
Çoktandır, bu salıncakta sallanmıyorum. Hadi ben ağırlaştım. Fakat gençlere bakıyorum onlarda da yok bu canlılık. Çünkü şehir kompartımanlara ayrıldı. Her semt kendi sakinlerini içeriye kapattı, İstanbul dışarıda kaldı.
***Şimdi içinizden birine neden İstanbul’da yaşamaktan yakınıp duruyorsun”? diye sorsam, hiç duraksamadan bir bir sayıp dökmeye başlar.
Hepsi de elle tutulur şeyler, apaçık biçimde can sıkan şikayetlerdir. Ama “İstanbul’u neden seviyorsun?” dediğimde uzun uzun düşünülür. Yutkunulur.
Kelimeler birbirini izlemekte zırlanır. Sadece bu halimiz bile çok şey anlatır. Sonraya klişe cümleler gelir ya teorik güzellemeler.
Çoğu zaman da nostaljiye sığınılır. Yirmili yaşlardaki gençlerin bile çok sağlam bir İstanbul nostaljisi var. Yani bu şehir, artık herkes için kaybolmaya yüz tutmuş fakat şiddetle özlenen uzak bir yurt!
“Hayır, doğru değil bütün bunlar!” deyip
kendimizi kandırmayı sürdürelim mi?
*** Bir de şu soru var… dolu dolu ve
içimizden gelerek “İstanbul dediğimiz yer sahiden neresidir?
Ataşehir mesela, Beylikdüzü falan… buralar
İstanbul olabilir mi? Buralardan hayata “İstanbul Hayatı” diyebilir miyiz? O
semtleri sakinlerinin hayat tarzıyla birlikte yerinden söküp çıkarsak ve Kuala
Lumpur’a, Londra’ya Sao Pauloya götürüp yerleştirirsek, yabancı kalırlar mı?
Fakat İstanbul’a yabancılar! Yani diyeceğim… bu şehri bir bütün olarak sevmeye
kalkmak palavradır. Yok öyle bir şehir! Varlığını iddia etmek, “hakiki
İstanbul’a ihanettir.”
Haşmet Babaoğlu, 14 Şubat 2015, Sabah
Gazetesi