Bu Blogda Ara

15 Temmuz 2017 Cumartesi

DERVİŞ YÛNUS:

Ezel anasından ölmemek üzere doğan bahtiyarlar vardır. Ender de olsa, zaman zaman tarihte bunlara rastlanır. Ölmezlerin hayatı, kendilerine ait olmaktan çıkmış, kütlenin malı, kütle menfaatinin nirengi noktası olmuştur.

Kendilerine bir ölümsüz hayat nasibi verilerek dünyaya gelmiş olan bu bahtiyarlar, büyük kütlenin kalabalığı arasından nasıl seçilir, nasıl bilinir, hangi vasıfları, hangi hususiyetleriyle ayırt edilebilirler?
Samiha Ayverdi'nin kitabında yer almayan
bu kaligrafiye;konuyu bütünlemesi amacıyla
 sayfada yer verilmektedir.

Zengin midirler, fakir midirler? Âlim midirler, câhil midirler? Sultan mıdırlar, kul mudurlar?

Beşer ölçülerinin tâyin ettiği sıfat ve mevkiinin onların yapılarına herhangi bir tesiri olmadığı için sırasında zengin, sırasında fakir olmuşlardır. Sırasında tahtların taçların yükü altına girmiş, gerektiği zaman da ilmin zirvesinde görülmüş ya da bilgisizlik perdesinin gölgesinde yaşamışlardır.

Ama hangi durak, hangi rütbe, hangi simler görülürlerse görülsünler, onların gerçek şahsiyetleri, Dünyanın eliyle yüzlerine vurulan varlık veya yokluk, sultanlık veya kulluk damgasıyla tâyin edilemez. Zira onlar, iki Dünya’nın sıfatlarını da hiçe saymış, iki Dünya’yı da aşıp ölümsüzlük sırrının uluları arasında yer almış yücelerdir. Bu yüzde de onları, herhangi bir faniden seçmek için Dünya’nın kendilerine ikrâm ettiği sıfatlardan tartıp ölçmek mümkün değildir.

Şu halde bu yüceleri tanımamız yolunda gerekn endaze nedir? Ne olabilir? Onlar demek, fazilet demektir. Feragat demektir, adalet, şefkat, iyilik, güzellik ve sevgi demektir.

Bu ulular, ululuklarını büyük bir samimiyet ve tevazu ile birleştirerek cemiyet hayatına karıştımasını, böylece de kütlenin düşünce ve duygularına tesir etmesini  bilen tasarruf sâahibi ve müstesnâ yaradılışlı kimselerdir. Ama büyük kudretine rağmen yokluk ve tevâzûları içinde kudret ve varlıklarını eritmesini bilmişlerdir.

İşte bunlardan biri olan Yunus Emre de yetmiş iki millete aynı gözle bakabilen rehber ve önden gidicilerden bir kimsedir.

Bu samîmî, alçak gönüllü, yiğit ve korkusuz adam kütlelerinin her zaman muhtaç olduğu irşadçılık ve uyandırıcılık vazifesini öylesine başarmış, ölümsüz varlığını bütün Dünya’ya öylesine kabul ettirmesini bildirmiştir ki, aradan geçen yedi asır gibi uzun seneler onu fâniler kervanına dâhil edememiş, gönüllerde kurduğu saltanata son verememiştir.

Neden mi? Çünkü O garbta nâzarî kalan mânevi diğerleri bir Müslüman şarklı olarak yaygın bir hayat felsefesi halinde yaşayıp yaşatmak bahtiyarlığını elde etmiş ermiş kişilerdendir. Bu yüzden de felsefesi, kuru ve klasik ilim anlayışının çatısı altında bulunan kalıplara ve nazariyelere benzemez.

Şark velilerinin yolundan yürüyen Yunus’a felsefesini aksiyon halinde tercüme edip, günlük ve pratik hayata mâl etmiş bir serdengeçti denilebillir.

Bir felsefe, nasıl hayatın malı, hatta kendisi olabilir? Dersek amel haline gelmiş bu Dünya görüşünün bin küsur yıllık tasavvuf tarihi içinde kütlelere ne ölçüde huzur ve hayat kaynağı olduğunu yaygın bir realite olarak görmek ve göstermek mümkündür.

Hacı Bayram Veliler, Akşemseddinler, Mevlâna Celâleddin Rûmî ler hep felsefelerini iman haline getirip yaşayarak, günlük hayata nakletmiş veliler ve kurtarıcılardır.

Yunus’un müstesna talihi ve zaman içinde buyruk yürütmesi, felsefesini, sade olduğu kadar muhteşem de olan bir san’at şahikasından Dünya’ya duyurabilmesi keyfiyetidir. Öyle ki, sesi ve tesiri yalnız kendi çevresinde kalmış olan ve dervişlik şuuru Yunus’dan olmayan herhangi bir veli kişinin bıraktığı iz, zamanla yıpranıp kaybolurken Yunus, aynı kürek yanığını san’at kanatlarına teslim ettiği içindir ki, asırların üstünden aşmasını bilmiştir. İşte bugün de yarın da kütlelerin kulak kabartacağı o sembolik ve romantik sesler büyük dervişin ebediyen duyulacak olan ayak sesleridir.

Yunus’un felsefesinin, çiçek gibi açılıp kokusunu ve rengini verdiği muhit 13.asır Anadolu’sunda Selçuk Türklüğünün en çetin ve en buhranlı devreler geçirdiği bir coğrafyadadır. Siyasi, iktisadi, onun  uyarıcı sesi şifa olmuş, devâ olmuş, karanlıkları yırtan bir şimşek gibi etrafın ılık ve aydınlık salmıştır.

Büyük mürşid, insanoğlunun kâh beşeri kah manevi tarafına sihirli sesiyle hitap ederek, kütleleri düşünmeye, duymaya ve bilhassa kendi kendileriyle hesaplaşmaya sevk etmiş, böylece de insan enerjisini bütünüyle harekete geçirmesini bilmiştir.

Fakat Yunus’un bu rehberlik ve mürşitlik vasfı öyle muhteşem bir tevazu ile kırılıp karıştırılmıştır ki, kim mürşid, kim mürid ayırt edilemez olmuş ve daima muhatap olarak kendini gören, kendini öne süren büyük veli, miskin Yunus, Derviş Yunus, Abdal Yunus… demek suretiyle irşad ve ikaz edilmeye ilk müstahak ve muhtaç olanın kendisi bulunduğunda adeta ısrar eylemiştir. Mesela: miskin Yunus, erenlere tekebbür etme toprak ol, topraktan biter küllisi, gülistan toprak bana diye diye kendine seslenirken aynı zamanda tekrarlamaya doyamadığı o şahane tevazuunu toprak motfi içinde bir kere daha ileri sürerek

Gel ey Yunus’u biçare, var derdine eyle çare
Gez şöyle şarden şâre, yokdur garip bencileyin… 

demek le de arzı meskûnun üstünde, hemen de kendinden garip kimseyi bulamadığını acı tatlı yanıp yakılır olmuştur.

Onun heyecanlı dilinden düşmeyen gariplik tehassüsü, bu bağrı yanık dervişe daha neler neler söyletmiştir:
Acep şu yerde var mı ola, şöyle garip
                                                               bencileyin
Bağrı başlu, gözü yaşlu, şöyle garip
                                                               bencileyin....
diyerek kendini, kendi yalnızlığını hak katında hakla hak olduğunu anlatmaya doyamaz etmiştir.


Anadolu’nun paylaşamaz olduğu ve memleketin dört bucağında kendisine makam düzdüğü Yunus, gerçekten de ezel anasının ölmemek üzere doğurduğu kişilerdendir.



Dünya durdukça duracak olan Yunus, yüreğini aşk ve şevk ile yalnız Allah’ı değil Allah’ın birer ismine mazhar olan bütün yaratılmışları da sevmiş ve gök kubbe altında bir çağlayan gibi dökülen bu muhabbete yetmiş iki milleti muhatap tutmayı imanının icabı bilmiştir.

İşte bu muhabbetli seslenişlerdir ki, nice gafiller gafletten, derin nisyandan silkinip uyanarak kendini bulmuş, hayvani ve beşeri ihtiraslarının baskısı altında ezilip körleşmiş ulvi ve manevi duygularını harekete geçirmiş ve bir transformasyonla, acılardan tad, zehirlerden panzehir meydana getirmiştir.

Samiha Ayverdi'nin kitabında yer almayan
bu kaligrafiye;konuyu bütünlemesi amacıyla
bu sayfada yer verilmektedir.
Mühim olan, Yunus’un sahipli insan olması bir müşahhas makama boyun verip onun aşkına kemer bağlamış bulunmasıdır. Büyük san’atkarların, tazeliğini kaybetmeyen heyecanı coştukça coşar olup halka hizmet ve muhabbete kanamayışı, hep mürşidi Taptuk Emre’ye o müşahhas makama bağlılığının şiddet ve kuvvetinden ileri gelmiştir.

İşte garbın teorilerde hapsolup kalmış felsefesiyle, şarkın hayata mal olmuş felsefesinin arasındaki fark buradadır.
Biri sadece zihni faaliyeti geliştirir ve neticede de yeryüzünü bu entelektüel çalışmaların maddi verimleriyle bezer. Diğeri, yani şark “enkonsiyan” denen şuur altına fethederek ruh ve mana medeniyetinin burçlarında hikmet ve irfan sancağını dalgalandırır.

Büyük Yunus’ta şeyhi Taptuk Emre’nin terbiye ve irşadında uzun yıllar pişip bu müşahhas bu elle tutulur gözle görülür makamdan aldığı şevk, cezbe ve ihlası hem yaşayıp hem de terennüm ederek kah şiir kah fiil ve ayniyat halinde kütleye tercüme iade etmekle, bağlı olduğu müşahhas prensibe yani şeyhine karşı verdiği ikrarı yerine getirmiş ve bacını ödemiştir.

*
Buradan sözümü mücerretten müşahhasa çevirerek, küçük, fakat tipik bir hikâye ile beşeriyet için değişmez bir ihtiyaç olan bu teselli ve saadet çizgisinden bir misal vermek istiyoruz.

Sene 1947: Alaeddin Yayıntaş isminde Köprülülü bir Türk Yugoslav ordusunda ve Avusturya- İtaya hududundaki 23. Haberci tugaya bağlı olan 4. Alayda askerliğini yapmaktadır. Memleket komünist rejimle idare edilmekte olduğu için hürriyet ve huzurdan mahrumdur.

-        Asırlar seyirlerinde ve devirlerinde ne kadar ilerlemiş olursa olsun bu gök-kubbe altındaki insan kütlelerinin bir kısmı kendilerine hür ve saadetli bir hayat sürmek imkanını sağlayan rejimlerle idare edilmekte iken bir kısmı da komünist siperi arkasında Rus emperyalizminin el attığı başka topraklar ve ülkeler üstünde, taş devrine taş çıkartacak bir esaret, iptidailik, korku ve zulüm içinde oto matlaştırılmak  istenmekte ve buna zorlanmaktadır. Hür doğan ve hür yaşama arzusu en tabii hakkı olan insanoğlu, bu kütleler halinde boynunu neden esaret zincirine uzatmıştır? Hem de azınlığın ihtirası ve bir zümre saltanatının ikbali için… burada sakat bir felsefe ve Dünya görüşünün tatbikatı olan teşrih ve tahlilini yapacak değiliz. Ancak zaman zaman beşer kaderinin geçirdiği zelzelelerden bir zelzele olan bu yıkıntının altında kaldığı kütlelerin acıklı hayat tablolarına hüzünle bakarken, bunu bir salgın hastalığa benzetmekte olduğumuzu söylemek isteriz. Şöyle ki; kimse arzu ve talebiyle hasta olmak istemez. Ama buna rağmen  olunca da olur. Hele bulaşıcı hastalıklara yakalanmak çin gözle görünmeyen bir mikrop yeter de artar bile. Bir epidemi, bir salgın hastalık olan komünizmin de muafiyet aşısı olmayan fert ve cemiyet bünyelerine, o bünyenin haberi dahi olmadan nüfuz ederek yere serecek bakterilere sahiptir. Bu korkunç illetten korunma çarelerinin başında şüphe yok ki iman ve milli şuur gelmektedir. İşte bunun içinde komünizmin ilk atış hedef ilk yıkmak ve yok etmek istediği kuvvet, kütlelerin iman hayatıdır. Bu yüzden de Moskof emperyalizmi 19.asrın müstemlekecilik anlayışına meydan okuyan bir zulüm, baskı ve istibdat ile idare ettiği milletlerden ve bihassa orta Asya Türklüğünden topyekun milli şuuru ve imanı kaldırmak için, değil yunus gibi bir yüce Veliyi, Dede Korkut hikayelerini bile okumayı ölüm cezasını mucip suçlar arasında almıştır.
-           
-          Ama her şeye rağmen insan, insandır. Hakkı ve hürriyeti ne dereceye kadar elinden alınırsa alınsın, fıtratında, kanunun, cezanın, zindanın hatta ölümün dahi diş geçiremediği bir manevi hürriyet vardır ki bu, her türlü tecavüzden her çeşit tazyikten masun olan vicdanlarda saltanat sürer, buyruk yürütür.

-          Yugoslav ordusunda askerlik yapan geçen Türk de, cetlerinden miras kalan bu manevi hürriyeti tatmış kimsedir. Subayları dahi göz hapsinde tutmayı politikası icabı sayan komünist idare, orduda ajan mahiyetinde komiserler bulundurmaktadır.

Öyle ki er rütbede bulunan birlik komutanının yanında bir de aynı rütbede bir politik komiser vazife görür. Bir erlerin talimiyle uğraşır, diğer de artan zamanlarda askere komünizm terbiyesi verir, bilhassa subayları göz hapsinde tutar.

İşte, günlerden bir gün bu politik komiser genç Alaeddin’i çağırır. Bundan sonra, Müslüman-hiristiyan ayırmaksızın bütün askerlerin yemeklerinin aynı kazandan pişeceğini, ve Müslümanlarında Hristiyanlar gibi domuz eti yiyeceklerini bildirir.

Askeri birlikte tek Türk olarak kendisi, 26 da Boşnak Müslüman vardır. Ertesi gün, Salko diye çağırılan Salih ismindeki boşnakla genç Alaeddin hariç, diğer 25 müslüman verilen domuz etini yerler.

Salko birliğin marangozhanesinde vazifelidir.

Bu hadisenin üstünden haftalar aylar geçer. Yarı aç, yarı tok buldukları ile idare olmaya çalışan iki gençten Alaeddin’in bir gün Salko’un çalıştığı atölyeye gitmesi icap eder. Pencerenin altına gediği zaman marangoz Salko’nun

“Seni ben severim candan içerü… “ ilahisini yanık ve tesirli bir sesle okuduğunu duyarak, büyülenmiş gibi olduğu yerde kalır, bir taşın üstüne oturarak sonuna kadar dinler.
Şu garip ki Salko, Türkçe de bilmez. Ama gönül bilgisi yanında dil bilgisi bir şey midir? İşte Salko da yedi yüzyılın ardından gelen bir yürek yanığı ile içi tutuşmuş olarak Yunus’un ilahisini hazin hazin okumaktadır. Ama bu, kulaktan kapılmış ilahiyi, geçekten, dili değil gönlü söylemektedir. Nihayet genç askeri sesi durunca bu defada pencere altından kendisini dinleyen Alaeddin, Misri Niyazi’nin
Ey gönül, hakka giden rahı bul… İlahisine başlayarak içeri girer v müşterek davanın, müşterek inanışın adamı olan bu iki hal-aşina, kendilerini birbirlerinin ruh aynasında görü tanıyarak sarılır ve ağlamaya başlarla.

Böylece de sırlar çözülür ve ikisi de prensibe sadakatlarının sebebini o anda anlarlar. “Ben ham sofu değilim dervişim. Dinime özümden bağlıyım, Müslümanlığın onların ki gibi küçük sıkıştırmalarla sakatlanmaz diyen Salko’ya genç arkadaşının da cevabı aynıdır. O da, üç yüz küsur sene evvel Konya’dan Köprülü’ye göçüp, Derbent Asitanesini kurmuş olan Şeyh Osman Efendinin sülalesinden olduğunu söyler. Yani ikisi de bir makama ikrar vermiş bahtiyarlardandır. İnandıklarına tam inanmış, bağlandıklarına tam bağlanmış bahtiyarlardan… Elbette domuz eti yemezler, elbette prensiplerini ucuza pahalıya satmazlar. Kimseden korkuları yoktur. Çünkü kimseden bir talepleri, menfaat ve ümitleri olmamıştır. Erenlerin gittikleri ve öğrettikleri yolda bu değil midir? Karılıksız muhabbet, karşılıksız iyilik ve ahde vefa… Onun içinde de veli san’atkar:
Taptuğun kapusunda, kul oldum kapusunda
Yunus misken çiğ idim piştim elhamdülillah...
diyecek hali idrak ettikten sonra, katıksız bir hak sevgisini bulmuşların gönül rahat ile de:
Cennet cennet dedikleri bir kaç köşkle birkaç
                                                               Huri
İsteyene ver anları, bana seni gerek seni…                                                                                                                   
diyerek işin içinden silkinip çıkıverir.

*
 Bu arada, ehemmiyetle üstünde durulması icap eden noktalardan biri de , şüphe yok ki iddiasız kültürünün ve Türk-İslam tarihinde kuru bir felsefe  olmaktan çıkıp bir iman haline gelmiş olan tasavvuf şuurunun, Türkçeye yapmış  olduğu büyük hizmetidir.

Her medeniyette, bilhassa Garb ta komşu ve farklı medeniyetlerin dillerinden alınmış kelimeler vardır. Türkçe’de de bu budur, ve bu olması da tabii ve zaruridir. Zira müşterek İslam Medeniyetinin bir kolunu teşkil eden Türkiye Türklüğü, Akdeniz çevresine yerleşmekle Arapça ve Farsça arasındaki bir nikahın kıyılmasını zaruri kılan tarihi bir akrabalığın ortak çatısı altına girmiştir.

İşte Yunus, bu kültür alışverişinde Türk sesine ve estetiğine en uygun ölçüyü bulmuş olan büyük san’atkar ve kemal durağına vasıl olmuş iddiasız insandır.
Arapça ve Farsçanın ağır bastığı Selçuklu Türklüğünde Türkçeye mal olmuş bu iki lisanın kelimelerinden de en rasyonel ve mantıki imkanlar içinde faydalanmasını bilmiştir.

Bugün Yunus’a erişmek gerek tefekküründe gerek dilinde başarılarının sırrını çözerek, ona bir dost, bir aşina gibi kapılarınızı açıp hayatınızın içine davet eylemek, bizim için adeta bir ölüm kalım zaruretidir.

Yunus gibi düşünmek, duymak ve yaşamak Türk milletinin bekaa, devam ve selamet için ne mertebe lazımsa, Yunus’un dilini san’atını tanımakta gene Türkçe’nin bekaa devam ve selameti adına aynı ölçüde luzümludur.

Fakat şunu itirf etmek gerek ki bir efsane mahluki gibi tozu dumana katarak, kudret ve haşmetle, ufuktan ufuğa at süren bu san’at ve tefekkür devinin irfan hazinelerine sahip çıkmak için, bugün icap eden anahtara malik değiliz.

Yunus, tasavvuf ruhunu kalıplardan çıkarıp amel haline getiren ve hayattın içine solüsyon halinde karıştıran adam olduğu gibi, kelimelerden bir Süleymaniye kurmuş büyük dil mimarıdır.

Bizce onun et-tırnak gibi birbirinden ayrılmaz felsefesiyle sanatının geniş halk kütleleri arasında gereken itibar ve yaşama gücünü bulabilmesi için her şeyden evvel Türk milletinin kendi tarihi imanına ve gerçek diline sahip olması icap eder.

Binlerce yıllık şerefli mazisine ve kurduğu iki büyük imparatorluğa rağmen, acı günleri de olmuş Türk tarihi içinde ne çare ki milli imanla Türk dili bu ölçüde ve bugünkü kadar bir müzayaka ve buhranı ilk defa idrak etmektedir. Şu halde Türk milleti kaybetmiş olduğu milli şuurunu ve kendi dilini bu iki temel kuvveti yıkıp mağlub etmeyi planlamış bulunan hasımlardan geri almak zaferine erişmeye mecburdur. Aksi halde tarihi benliğini ve dilini düşman esaretinden kurtarmadıkça Türk milletine yaşama gücü ve ikbal yüz göstermez. Onun içinde, yıldan yıla Yunus günleri yapmak büyük san’atkarı yad ve tebcil eylemek kafi değildir. Türk harsinin diri diri gömüldüğü sandukayı açmak ve ölüme mahkum edilmiş irfan hayatımıza Yunus’ların felsefesiyle yeniden can verip ayağa kaldırmak bir vatan ve iman borcudur, vesselam…

Sâmiha Ayverdi, Abide Şahsiyetler, 
Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri 11, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1976