Ezel anasından ölmemek üzere doğan bahtiyarlar vardır.
Ender de olsa, zaman zaman tarihte bunlara rastlanır. Ölmezlerin hayatı,
kendilerine ait olmaktan çıkmış, kütlenin malı, kütle menfaatinin nirengi
noktası olmuştur.
Kendilerine bir ölümsüz hayat nasibi verilerek dünyaya
gelmiş olan bu bahtiyarlar, büyük kütlenin kalabalığı arasından nasıl seçilir,
nasıl bilinir, hangi vasıfları, hangi hususiyetleriyle ayırt edilebilirler?
Samiha Ayverdi'nin kitabında yer almayan bu kaligrafiye;konuyu bütünlemesi amacıyla sayfada yer verilmektedir. |
Zengin midirler, fakir midirler? Âlim midirler, câhil
midirler? Sultan mıdırlar, kul mudurlar?
Beşer ölçülerinin tâyin ettiği sıfat ve mevkiinin onların
yapılarına herhangi bir tesiri olmadığı için sırasında zengin, sırasında fakir
olmuşlardır. Sırasında tahtların taçların yükü altına girmiş, gerektiği zaman
da ilmin zirvesinde görülmüş ya da bilgisizlik perdesinin gölgesinde
yaşamışlardır.
Ama hangi durak, hangi rütbe, hangi simler görülürlerse
görülsünler, onların gerçek şahsiyetleri, Dünyanın eliyle yüzlerine vurulan
varlık veya yokluk, sultanlık veya kulluk damgasıyla tâyin edilemez. Zira
onlar, iki Dünya’nın sıfatlarını da hiçe saymış, iki Dünya’yı da aşıp
ölümsüzlük sırrının uluları arasında yer almış yücelerdir. Bu yüzde de onları,
herhangi bir faniden seçmek için Dünya’nın kendilerine ikrâm ettiği sıfatlardan
tartıp ölçmek mümkün değildir.
Şu halde bu yüceleri tanımamız yolunda gerekn endaze nedir?
Ne olabilir? Onlar demek, fazilet demektir. Feragat demektir, adalet, şefkat,
iyilik, güzellik ve sevgi demektir.
Bu ulular, ululuklarını büyük bir samimiyet ve tevazu ile
birleştirerek cemiyet hayatına karıştımasını, böylece de kütlenin düşünce ve
duygularına tesir etmesini bilen
tasarruf sâahibi ve müstesnâ yaradılışlı kimselerdir. Ama büyük kudretine
rağmen yokluk ve tevâzûları içinde kudret ve varlıklarını eritmesini
bilmişlerdir.
İşte bunlardan biri olan Yunus Emre de yetmiş iki millete
aynı gözle bakabilen rehber ve önden gidicilerden bir kimsedir.
Bu samîmî, alçak gönüllü, yiğit ve korkusuz adam
kütlelerinin her zaman muhtaç olduğu irşadçılık ve uyandırıcılık vazifesini
öylesine başarmış, ölümsüz varlığını bütün Dünya’ya öylesine kabul ettirmesini
bildirmiştir ki, aradan geçen yedi asır gibi uzun seneler onu fâniler kervanına
dâhil edememiş, gönüllerde kurduğu saltanata son verememiştir.
Neden mi? Çünkü O garbta nâzarî kalan mânevi diğerleri bir
Müslüman şarklı olarak yaygın bir hayat felsefesi halinde yaşayıp yaşatmak
bahtiyarlığını elde etmiş ermiş kişilerdendir. Bu yüzden de felsefesi, kuru ve
klasik ilim anlayışının çatısı altında bulunan kalıplara ve nazariyelere
benzemez.
Şark velilerinin yolundan yürüyen Yunus’a felsefesini
aksiyon halinde tercüme edip, günlük ve pratik hayata mâl etmiş bir serdengeçti
denilebillir.
Bir felsefe, nasıl hayatın malı, hatta kendisi olabilir?
Dersek amel haline gelmiş bu Dünya görüşünün bin küsur yıllık tasavvuf tarihi
içinde kütlelere ne ölçüde huzur ve hayat kaynağı olduğunu yaygın bir realite
olarak görmek ve göstermek mümkündür.
Hacı Bayram Veliler, Akşemseddinler, Mevlâna Celâleddin
Rûmî ler hep felsefelerini iman haline getirip yaşayarak, günlük hayata nakletmiş
veliler ve kurtarıcılardır.
Yunus’un müstesna talihi ve zaman içinde buyruk yürütmesi,
felsefesini, sade olduğu kadar muhteşem de olan bir san’at şahikasından
Dünya’ya duyurabilmesi keyfiyetidir. Öyle ki, sesi ve tesiri yalnız kendi
çevresinde kalmış olan ve dervişlik şuuru Yunus’dan olmayan herhangi bir veli
kişinin bıraktığı iz, zamanla yıpranıp kaybolurken Yunus, aynı kürek yanığını
san’at kanatlarına teslim ettiği içindir ki, asırların üstünden aşmasını
bilmiştir. İşte bugün de yarın da kütlelerin kulak kabartacağı o sembolik ve
romantik sesler büyük dervişin ebediyen duyulacak olan ayak sesleridir.
Yunus’un felsefesinin, çiçek gibi açılıp kokusunu ve
rengini verdiği muhit 13.asır Anadolu’sunda Selçuk Türklüğünün en çetin ve en
buhranlı devreler geçirdiği bir coğrafyadadır. Siyasi, iktisadi, onun uyarıcı sesi şifa olmuş, devâ olmuş,
karanlıkları yırtan bir şimşek gibi etrafın ılık ve aydınlık salmıştır.
Büyük mürşid, insanoğlunun kâh beşeri kah manevi tarafına
sihirli sesiyle hitap ederek, kütleleri düşünmeye, duymaya ve bilhassa kendi
kendileriyle hesaplaşmaya sevk etmiş, böylece de insan enerjisini bütünüyle
harekete geçirmesini bilmiştir.
Fakat Yunus’un bu rehberlik ve mürşitlik vasfı öyle
muhteşem bir tevazu ile kırılıp karıştırılmıştır ki, kim mürşid, kim mürid
ayırt edilemez olmuş ve daima muhatap olarak kendini gören, kendini öne süren
büyük veli, miskin Yunus, Derviş Yunus, Abdal Yunus… demek suretiyle irşad ve
ikaz edilmeye ilk müstahak ve muhtaç olanın kendisi bulunduğunda adeta ısrar
eylemiştir. Mesela: miskin Yunus, erenlere tekebbür etme toprak ol, topraktan
biter küllisi, gülistan toprak bana diye diye kendine seslenirken aynı zamanda
tekrarlamaya doyamadığı o şahane tevazuunu toprak motfi içinde bir kere daha
ileri sürerek
Gel ey Yunus’u biçare, var derdine eyle çare
Gez şöyle şarden şâre, yokdur garip bencileyin…
demek le de
arzı meskûnun üstünde, hemen de kendinden garip kimseyi bulamadığını acı tatlı
yanıp yakılır olmuştur.
Onun heyecanlı dilinden düşmeyen gariplik tehassüsü, bu
bağrı yanık dervişe daha neler neler söyletmiştir:
Acep şu yerde var mı ola, şöyle garip
bencileyin
Bağrı başlu, gözü yaşlu, şöyle garip
bencileyin....
diyerek kendini, kendi
yalnızlığını hak katında hakla hak olduğunu anlatmaya doyamaz etmiştir.
Anadolu’nun paylaşamaz olduğu ve memleketin dört bucağında
kendisine makam düzdüğü Yunus, gerçekten de ezel anasının ölmemek üzere
doğurduğu kişilerdendir.
Dünya durdukça duracak olan Yunus, yüreğini aşk ve şevk ile
yalnız Allah’ı değil Allah’ın birer ismine mazhar olan bütün yaratılmışları da
sevmiş ve gök kubbe altında bir çağlayan gibi dökülen bu muhabbete yetmiş iki
milleti muhatap tutmayı imanının icabı bilmiştir.
İşte bu muhabbetli seslenişlerdir ki, nice gafiller
gafletten, derin nisyandan silkinip uyanarak kendini bulmuş, hayvani ve beşeri
ihtiraslarının baskısı altında ezilip körleşmiş ulvi ve manevi duygularını
harekete geçirmiş ve bir transformasyonla, acılardan tad, zehirlerden panzehir
meydana getirmiştir.
Samiha Ayverdi'nin kitabında yer almayan bu kaligrafiye;konuyu bütünlemesi amacıyla bu sayfada yer verilmektedir. |
Mühim olan, Yunus’un sahipli insan olması bir müşahhas
makama boyun verip onun aşkına kemer bağlamış bulunmasıdır. Büyük
san’atkarların, tazeliğini kaybetmeyen heyecanı coştukça coşar olup halka
hizmet ve muhabbete kanamayışı, hep mürşidi Taptuk Emre’ye o müşahhas makama
bağlılığının şiddet ve kuvvetinden ileri gelmiştir.
İşte garbın teorilerde hapsolup kalmış felsefesiyle, şarkın
hayata mal olmuş felsefesinin arasındaki fark buradadır.
Biri sadece zihni faaliyeti geliştirir ve neticede de
yeryüzünü bu entelektüel çalışmaların maddi verimleriyle bezer. Diğeri, yani
şark “enkonsiyan” denen şuur altına fethederek ruh ve mana medeniyetinin
burçlarında hikmet ve irfan sancağını dalgalandırır.
Büyük Yunus’ta şeyhi Taptuk Emre’nin terbiye ve irşadında
uzun yıllar pişip bu müşahhas bu elle tutulur gözle görülür makamdan aldığı
şevk, cezbe ve ihlası hem yaşayıp hem de terennüm ederek kah şiir kah fiil ve
ayniyat halinde kütleye tercüme iade etmekle, bağlı olduğu müşahhas prensibe
yani şeyhine karşı verdiği ikrarı yerine getirmiş ve bacını ödemiştir.
*
Buradan sözümü mücerretten müşahhasa çevirerek, küçük,
fakat tipik bir hikâye ile beşeriyet için değişmez bir ihtiyaç olan bu teselli
ve saadet çizgisinden bir misal vermek istiyoruz.
Sene 1947: Alaeddin Yayıntaş isminde Köprülülü bir Türk
Yugoslav ordusunda ve Avusturya- İtaya hududundaki 23. Haberci tugaya bağlı
olan 4. Alayda askerliğini yapmaktadır. Memleket komünist rejimle idare
edilmekte olduğu için hürriyet ve huzurdan mahrumdur.
- Asırlar seyirlerinde ve devirlerinde ne kadar ilerlemiş
olursa olsun bu gök-kubbe altındaki insan kütlelerinin bir kısmı kendilerine
hür ve saadetli bir hayat sürmek imkanını sağlayan rejimlerle idare edilmekte
iken bir kısmı da komünist siperi arkasında Rus emperyalizminin el attığı başka
topraklar ve ülkeler üstünde, taş devrine taş çıkartacak bir esaret,
iptidailik, korku ve zulüm içinde oto matlaştırılmak istenmekte ve buna zorlanmaktadır. Hür doğan
ve hür yaşama arzusu en tabii hakkı olan insanoğlu, bu kütleler halinde boynunu
neden esaret zincirine uzatmıştır? Hem de azınlığın ihtirası ve bir zümre
saltanatının ikbali için… burada sakat bir felsefe ve Dünya görüşünün tatbikatı
olan teşrih ve tahlilini yapacak değiliz. Ancak zaman zaman beşer kaderinin
geçirdiği zelzelelerden bir zelzele olan bu yıkıntının altında kaldığı
kütlelerin acıklı hayat tablolarına hüzünle bakarken, bunu bir salgın hastalığa
benzetmekte olduğumuzu söylemek isteriz. Şöyle ki; kimse arzu ve talebiyle
hasta olmak istemez. Ama buna rağmen
olunca da olur. Hele bulaşıcı hastalıklara yakalanmak çin gözle
görünmeyen bir mikrop yeter de artar bile. Bir epidemi, bir salgın hastalık
olan komünizmin de muafiyet aşısı olmayan fert ve cemiyet bünyelerine, o
bünyenin haberi dahi olmadan nüfuz ederek yere serecek bakterilere sahiptir. Bu
korkunç illetten korunma çarelerinin başında şüphe yok ki iman ve milli şuur
gelmektedir. İşte bunun içinde komünizmin ilk atış hedef ilk yıkmak ve yok
etmek istediği kuvvet, kütlelerin iman hayatıdır. Bu yüzden de Moskof
emperyalizmi 19.asrın müstemlekecilik anlayışına meydan okuyan bir zulüm, baskı
ve istibdat ile idare ettiği milletlerden ve bihassa orta Asya Türklüğünden
topyekun milli şuuru ve imanı kaldırmak için, değil yunus gibi bir yüce Veliyi,
Dede Korkut hikayelerini bile okumayı ölüm cezasını mucip suçlar arasında
almıştır.
-
-
Ama her şeye rağmen insan, insandır. Hakkı ve hürriyeti ne
dereceye kadar elinden alınırsa alınsın, fıtratında, kanunun, cezanın, zindanın
hatta ölümün dahi diş geçiremediği bir manevi hürriyet vardır ki bu, her türlü
tecavüzden her çeşit tazyikten masun olan vicdanlarda saltanat sürer, buyruk
yürütür.
- Yugoslav ordusunda askerlik yapan geçen Türk de,
cetlerinden miras kalan bu manevi hürriyeti tatmış kimsedir. Subayları dahi göz
hapsinde tutmayı politikası icabı sayan komünist idare, orduda ajan mahiyetinde
komiserler bulundurmaktadır.
Öyle ki er rütbede bulunan birlik komutanının yanında bir
de aynı rütbede bir politik komiser vazife görür. Bir erlerin talimiyle
uğraşır, diğer de artan zamanlarda askere komünizm terbiyesi verir, bilhassa
subayları göz hapsinde tutar.
İşte, günlerden bir gün bu politik komiser genç Alaeddin’i
çağırır. Bundan sonra, Müslüman-hiristiyan ayırmaksızın bütün askerlerin
yemeklerinin aynı kazandan pişeceğini, ve Müslümanlarında Hristiyanlar gibi
domuz eti yiyeceklerini bildirir.
Askeri birlikte tek Türk olarak kendisi, 26 da Boşnak
Müslüman vardır. Ertesi gün, Salko diye çağırılan Salih ismindeki boşnakla genç
Alaeddin hariç, diğer 25 müslüman verilen domuz etini yerler.
Salko birliğin marangozhanesinde vazifelidir.
Bu hadisenin üstünden haftalar aylar geçer. Yarı aç, yarı
tok buldukları ile idare olmaya çalışan iki gençten Alaeddin’in bir gün
Salko’un çalıştığı atölyeye gitmesi icap eder. Pencerenin altına gediği zaman
marangoz Salko’nun
“Seni ben severim candan içerü… “ ilahisini yanık ve
tesirli bir sesle okuduğunu duyarak, büyülenmiş gibi olduğu yerde kalır, bir
taşın üstüne oturarak sonuna kadar dinler.
Şu garip ki Salko, Türkçe de bilmez. Ama gönül bilgisi
yanında dil bilgisi bir şey midir? İşte Salko da yedi yüzyılın ardından gelen
bir yürek yanığı ile içi tutuşmuş olarak Yunus’un ilahisini hazin hazin
okumaktadır. Ama bu, kulaktan kapılmış ilahiyi, geçekten, dili değil gönlü
söylemektedir. Nihayet genç askeri sesi durunca bu defada pencere altından
kendisini dinleyen Alaeddin, Misri Niyazi’nin
Ey gönül, hakka giden rahı bul… İlahisine başlayarak içeri
girer v müşterek davanın, müşterek inanışın adamı olan bu iki hal-aşina,
kendilerini birbirlerinin ruh aynasında görü tanıyarak sarılır ve ağlamaya
başlarla.
Böylece de sırlar çözülür ve ikisi de prensibe sadakatlarının
sebebini o anda anlarlar. “Ben ham sofu değilim dervişim. Dinime özümden
bağlıyım, Müslümanlığın onların ki gibi küçük sıkıştırmalarla sakatlanmaz diyen
Salko’ya genç arkadaşının da cevabı aynıdır. O da, üç yüz küsur sene evvel
Konya’dan Köprülü’ye göçüp, Derbent Asitanesini kurmuş olan Şeyh Osman
Efendinin sülalesinden olduğunu söyler. Yani ikisi de bir makama ikrar vermiş
bahtiyarlardandır. İnandıklarına tam inanmış, bağlandıklarına tam bağlanmış
bahtiyarlardan… Elbette domuz eti yemezler, elbette prensiplerini ucuza pahalıya
satmazlar. Kimseden korkuları yoktur. Çünkü kimseden bir talepleri, menfaat ve
ümitleri olmamıştır. Erenlerin gittikleri ve öğrettikleri yolda bu değil midir?
Karılıksız muhabbet, karşılıksız iyilik ve ahde vefa… Onun içinde de veli san’atkar:
Taptuğun kapusunda, kul oldum kapusunda
Yunus misken çiğ idim piştim elhamdülillah...
diyecek hali idrak ettikten sonra, katıksız bir hak
sevgisini bulmuşların gönül rahat ile de:
Cennet cennet dedikleri bir kaç köşkle birkaç
Huri
İsteyene ver anları, bana seni
gerek seni…
diyerek işin içinden silkinip çıkıverir.
*
Bu arada, ehemmiyetle
üstünde durulması icap eden noktalardan biri de , şüphe yok ki iddiasız
kültürünün ve Türk-İslam tarihinde kuru bir felsefe olmaktan çıkıp bir iman haline gelmiş olan
tasavvuf şuurunun, Türkçeye yapmış
olduğu büyük hizmetidir.
Her medeniyette, bilhassa Garb ta komşu ve farklı
medeniyetlerin dillerinden alınmış kelimeler vardır. Türkçe’de de bu budur, ve
bu olması da tabii ve zaruridir. Zira müşterek İslam Medeniyetinin bir kolunu
teşkil eden Türkiye Türklüğü, Akdeniz çevresine yerleşmekle Arapça ve Farsça
arasındaki bir nikahın kıyılmasını zaruri kılan tarihi bir akrabalığın ortak
çatısı altına girmiştir.
İşte Yunus, bu kültür alışverişinde Türk sesine ve
estetiğine en uygun ölçüyü bulmuş olan büyük san’atkar ve kemal durağına vasıl
olmuş iddiasız insandır.
Arapça ve Farsçanın ağır bastığı Selçuklu Türklüğünde
Türkçeye mal olmuş bu iki lisanın kelimelerinden de en rasyonel ve mantıki
imkanlar içinde faydalanmasını bilmiştir.
Bugün Yunus’a erişmek gerek tefekküründe gerek dilinde
başarılarının sırrını çözerek, ona bir dost, bir aşina gibi kapılarınızı açıp
hayatınızın içine davet eylemek, bizim için adeta bir ölüm kalım zaruretidir.
Yunus gibi düşünmek, duymak ve yaşamak Türk milletinin
bekaa, devam ve selamet için ne mertebe lazımsa, Yunus’un dilini san’atını
tanımakta gene Türkçe’nin bekaa devam ve selameti adına aynı ölçüde luzümludur.
Fakat şunu itirf etmek gerek ki bir efsane mahluki gibi
tozu dumana katarak, kudret ve haşmetle, ufuktan ufuğa at süren bu san’at ve
tefekkür devinin irfan hazinelerine sahip çıkmak için, bugün icap eden anahtara
malik değiliz.
Yunus, tasavvuf ruhunu kalıplardan çıkarıp amel haline
getiren ve hayattın içine solüsyon halinde karıştıran adam olduğu gibi,
kelimelerden bir Süleymaniye kurmuş büyük dil mimarıdır.
Bizce onun et-tırnak gibi birbirinden ayrılmaz felsefesiyle
sanatının geniş halk kütleleri arasında gereken itibar ve yaşama gücünü bulabilmesi
için her şeyden evvel Türk milletinin kendi tarihi imanına ve gerçek diline
sahip olması icap eder.
Binlerce yıllık şerefli mazisine ve kurduğu iki büyük
imparatorluğa rağmen, acı günleri de olmuş Türk tarihi içinde ne çare ki milli
imanla Türk dili bu ölçüde ve bugünkü kadar bir müzayaka ve buhranı ilk defa
idrak etmektedir. Şu halde Türk milleti kaybetmiş olduğu milli şuurunu ve kendi
dilini bu iki temel kuvveti yıkıp mağlub etmeyi planlamış bulunan hasımlardan
geri almak zaferine erişmeye mecburdur. Aksi halde tarihi benliğini ve dilini
düşman esaretinden kurtarmadıkça Türk milletine yaşama gücü ve ikbal yüz
göstermez. Onun içinde, yıldan yıla Yunus günleri yapmak büyük san’atkarı yad
ve tebcil eylemek kafi değildir. Türk harsinin diri diri gömüldüğü sandukayı
açmak ve ölüme mahkum edilmiş irfan hayatımıza Yunus’ların felsefesiyle yeniden
can verip ayağa kaldırmak bir vatan ve iman borcudur, vesselam…
Sâmiha
Ayverdi, Abide Şahsiyetler,
Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri 11, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1976
Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri 11, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1976