(Tüm zamanların en güzel
İstanbul tasviri)
Ben İstanbul’ın kara sevdalısıyım.
Filân şeyi seviyorum, falan şeyi sevmiyorum!
Diye, en ucuz, keyfî ve infiyakî hükümlerimizi, çok defa bu lafla ortaya atarız. Hâlbuki bana sorarsanız, sevgi kadar basit ve girift, alelâde ve harikulâde, hiç ve her şey, hesabını vermediğimiz ve vermeye mecbur olduğumuz nesne yok bu Dünya’da…
Diye, en ucuz, keyfî ve infiyakî hükümlerimizi, çok defa bu lafla ortaya atarız. Hâlbuki bana sorarsanız, sevgi kadar basit ve girift, alelâde ve harikulâde, hiç ve her şey, hesabını vermediğimiz ve vermeye mecbur olduğumuz nesne yok bu Dünya’da…
Ben İstanbul’un kara sevdalısıyım.
Ve sevmek fiilinin, aleladelik içinde
harikuladeliğe eş olarak, onu ancak en girift tecellisi içinde canlanabileceğine
inanıyorum.
İstanbul bence sevmek fiilini en müşahhas
hedefi olan bir kadın hayâlinde heykelleştirilebilir. İstanbul benim gözümde,
bir lâhzacık dişiye nispetle sınırı sonsuz bir ân içinde teksif eden ve asla
tükenmeksizin hayatımıza hükmeden devamlı kadındır.
Bu kadının sonsuz maddesi ve ruhu, hayatı ve
macerası, edâsı ve meşrebi, bizzat kadında bile rastlanamayacak bir erginlik
ifadesiyle, benim karşıma bir şehir hüviyetinde çıkıyor: İstanbul…
Harikalar harikası bir madde fevkalâdeliği
ile zaman mevhumunu yenen, asla ihtiyarlamayan ve rekabet kabul etmeyen;
bin bir gece masallarının ruhuna âşina bir visâl irfanı içinden gelen, eteklerinde en zengin tarih ve hatıra nakışlarını taşıyan ve kâinata en olgun edâ içinden bakan ve nihayet
her zamanki mahrumiyetleri, her zamanki mashariyetleri kadar güzel, ihtişamlı ve acıklı duran asîl varlık!
bin bir gece masallarının ruhuna âşina bir visâl irfanı içinden gelen, eteklerinde en zengin tarih ve hatıra nakışlarını taşıyan ve kâinata en olgun edâ içinden bakan ve nihayet
her zamanki mahrumiyetleri, her zamanki mashariyetleri kadar güzel, ihtişamlı ve acıklı duran asîl varlık!
İstanbul’u, elimizde mevcut bomboş bir tabiat
plânı üzerinde ve bir faraziye halinde tasavvur edince hemen sezeriz ki,
mazrûfiyle rekabet halindeki bu harikulâde tabiat zarfı, içine alacağı şehirden
en keskin şahsiyeti istemektedir.
İstanbul’un tabiat zeminine, zaman ve mekân şartlarına göre, İstanbul şehrine yakıştırabilmek en çetin dâva… Demek ki, tabiat halindeki İstanbul, şehir halindeki İstanbul’u, zaman ve mekân şartlarına göre en keskin şahsiyete dâvet ediyor.
İstanbul’un tabiat zeminine, zaman ve mekân şartlarına göre, İstanbul şehrine yakıştırabilmek en çetin dâva… Demek ki, tabiat halindeki İstanbul, şehir halindeki İstanbul’u, zaman ve mekân şartlarına göre en keskin şahsiyete dâvet ediyor.
Bu inceliği mutlak bir kanun halinde
şuurlaştırmak lüzumuna inanıyorum.
15 Kasım
1946,İstanbul Efendisi
Bir gazete haber veriyor:
Eski İstanbul efendisi tipinden, Türk’ün beş
asırdır oturduğu İstanbul, nâm-ı diğer “İslambul”, yahut “Der’aliyye” veya
“Der’saadet” isimli beldede, kala kala, ancak yüzde on nispetinde bir kısım
kalmış…
Ne hazin!
Eski İstanbul beyefendi ve hanımefendisi
gerçekten çarpıcı bir keyfiyet sahibiydi ve bu keyfiyet kendi medeniyetinden
bıkkın “Piyer Loti”yi büyülemişti. Bugün bu keyfiyet, kemiyetten yana bunca
eksildikten sonra, o güzelim renkleri, çizgileri, sesleri ve edâları, edepleri
yeni nesillere anlatabilmek, eşyanın dördüncü budundan bahsetmek gibi bir şey
oluyor.
Bu mâna, birçok bakımdan tereddiye uğramış
olsa bile 1918 Mütâreke yıllarına kadar mevcuttu. Cumhuriyetin ilanından sonra
ise, her gün, eski konakların kadife perdeleri gibi, sola sola nihayet tavan
arasına kaldırıldı; ve yerine naylon örtüler yerleştirildi. Örtü mü, örtüsüzlük mü?...
Derken 2. Cihan harbi ile beraber, İstanbul
üzerine bir Moğol istilâsı… Moğol ordigâhı halinde şehri kuşatan gece kondular,
gece kondu tipleri ve onları tâkip eden, toprağına ve hüviyetine dargın
köylüler… Bir de sermâyesini şehri rezil etmekte kullanan apartman
inşaatçıları….
“Kâtibim” şarkısının, tambûrî Cemil Bey
mızrabının, “Sivastopol” marşının ve “telgrafın telleri” türküsünün
seslendirdiği, renklendirdiği ve biçimlendirdiği eski İstanbul, son haliyle
Yahya Kemal’e de bir ciğer yarası olmuş ve ona, işte o İstanbul’dan bir eşya
gibi, toprak altına sığınmaktan başka çare bırakmamıştı.
Yahya Kemal zaman ve mekânını kaybetmiş
sanatkâra ne güzel bir örnektir; ve “zaman ve mekânını kaybeden bülbül nasıl
yaşar?” hikmetine ne canlı misâldir!
Boğaziçi’nde deniz üstü bir ahşap yalıdan, Erenköy’ünde
eski bir paşa köşküne kadar sâbık İstanbul çizgilerini on-on beş katlı, deniz
kumundan mâmur, yüzsüz apartmanlar kalabalığı içinde hüzün ve hicapla bekleşir
görüyorum da, o mekânların eski sahiplerini işaretleyici mezar taşlarına âşina
gözle bakıyorum.
Şair Nef’î “güneşle
tartılsa yeridir!” dediği elmas İstanbul’u şimdiki haliyle görseydi, ona,
“Çingene mangalında tüten bir marsık!” demezdi de ne derdi?
15 Haziran 1978
Eyüp’teki Leylek
Ne
ajanslar haberini verdi, ne de gazetelerde resmi çıktı. Heykeltraşlar yüzüne
alçı serpip kalıbını çıkarmadılar.
Ölüm karşısında vazife aşkıyle tutuşan meşhur kelam sahipleri, bu münasebetle naftalinli siyah elbiselerini sandıktan çıkarmaya fırsat bulamadı.
Ölüm karşısında vazife aşkıyle tutuşan meşhur kelam sahipleri, bu münasebetle naftalinli siyah elbiselerini sandıktan çıkarmaya fırsat bulamadı.
Hülâsa,
İstanbul’un en soylu hususiyetlerinden birini temsil eden zavallı leylek,
sessiz sedasız öldü gitti.
Bilmem
ki kahramanımızı teşhis edebildiniz mi?
Eyüp camiinin elli senelik bekçisi meşhur leylek… İşte o öldü.
Tek ayağının üstünde, gagası yere doğru sanki maskara seyyahları görmemek için iki taş arasındaki bir yosun parçasına bakarak elli sene Eyüp Camiini bekleyen ihtiyar leylek.
Bu leylek, bazı lezzetler, bazı manzaralar, bazı tipler, bazı köşeler gibi, yalnız meraklıları ve bilenleri arasında meşhurdu.
Eyüp camiinin elli senelik bekçisi meşhur leylek… İşte o öldü.
Tek ayağının üstünde, gagası yere doğru sanki maskara seyyahları görmemek için iki taş arasındaki bir yosun parçasına bakarak elli sene Eyüp Camiini bekleyen ihtiyar leylek.
Bu leylek, bazı lezzetler, bazı manzaralar, bazı tipler, bazı köşeler gibi, yalnız meraklıları ve bilenleri arasında meşhurdu.
Münekkit
methiyesine, ne Hofer ilânına ne Peltekis makasına, ne de Küllük kahvesi
sohbetine ihtiyaç duyuyordu. Anlayışı, “en süflî ile ‘en ulvî”den iki kutu
taşıyan halkın gözünde o, elli senelik bir duruş, bir eda kahramanıydı. Maddî
ve ruhî hadiselerin mistik düğümlerini çözmeyi ve bağlamayı herkesten iyi bilen
Şarlo, İstanbul’lu olsaydı en güzel filmini onun için yapardı.
26 Ocak 1939
merhaba,
YanıtlaSilnasılsınız?
21 aralık blogger buluşmamıza beklerim
http://ilkblogdenemem.blogspot.com.tr/2014/11/21-aralk-2014-te-6blogger-bulusmamz-var.html