Bu Blogda Ara

N.F.Kısakürek

( Sayın Mehmed Kısakürek beyefendinin;kıymetli yazar Necip Fazıl Kısakürek'in "İstanbul'a Hasret" eserinden derlediği birkaç yazıyı ben de sizlerle paylaşıyorum.)

(Tüm zamanların en güzel 
İstanbul tasviri)

İstanbul

Ben İstanbul’ın kara sevdalısıyım.

Filân şeyi seviyorum, falan şeyi sevmiyorum!

Diye, en ucuz, keyfî ve infiyakî hükümlerimizi, çok defa bu lafla ortaya atarız. Hâlbuki bana sorarsanız, sevgi kadar basit ve girift, alelâde ve harikulâde,  hiç ve her şey, hesabını vermediğimiz ve vermeye mecbur olduğumuz nesne yok bu Dünya’da…

Ben İstanbul’un kara sevdalısıyım.
Ve sevmek fiilinin, aleladelik içinde harikuladeliğe eş olarak, onu ancak en girift tecellisi içinde canlanabileceğine inanıyorum.

İstanbul bence sevmek fiilini en müşahhas hedefi olan bir kadın hayâlinde heykelleştirilebilir. İstanbul benim gözümde, bir lâhzacık dişiye nispetle sınırı sonsuz bir ân içinde teksif eden ve asla tükenmeksizin hayatımıza hükmeden devamlı kadındır.

Bu kadının sonsuz maddesi ve ruhu, hayatı ve macerası, edâsı ve meşrebi, bizzat kadında bile rastlanamayacak bir erginlik ifadesiyle, benim karşıma bir şehir hüviyetinde çıkıyor: İstanbul…

İstanbul’u o bulunmaz kadın olarak hayâl ettiğim zaman şunları görüyorum:

Harikalar harikası bir madde fevkalâdeliği ile zaman mevhumunu yenen, asla ihtiyarlamayan ve rekabet kabul etmeyen; 
bin bir gece masallarının ruhuna âşina bir visâl irfanı içinden gelen, eteklerinde en zengin tarih ve hatıra nakışlarını taşıyan ve kâinata en olgun edâ içinden bakan ve nihayet 

her zamanki mahrumiyetleri, her zamanki mashariyetleri kadar güzel, ihtişamlı ve acıklı duran asîl varlık!

İstanbul’u, elimizde mevcut bomboş bir tabiat plânı üzerinde ve bir faraziye halinde tasavvur edince hemen sezeriz ki, mazrûfiyle rekabet halindeki bu harikulâde tabiat zarfı, içine alacağı şehirden en keskin şahsiyeti istemektedir. 

İstanbul’un tabiat zeminine, zaman ve mekân şartlarına göre, İstanbul şehrine yakıştırabilmek en çetin dâva… Demek ki, tabiat halindeki İstanbul, şehir halindeki İstanbul’u, zaman ve mekân şartlarına göre en keskin şahsiyete dâvet ediyor.

Bu inceliği mutlak bir kanun halinde şuurlaştırmak lüzumuna inanıyorum.
15 Kasım 1946,



İstanbul Efendisi

Bir gazete haber veriyor:

Eski İstanbul efendisi tipinden, Türk’ün beş asırdır oturduğu İstanbul, nâm-ı diğer “İslambul”, yahut “Der’aliyye” veya “Der’saadet” isimli beldede, kala kala, ancak yüzde on nispetinde bir kısım kalmış…
Ne hazin!

Eski İstanbul beyefendi ve hanımefendisi gerçekten çarpıcı bir keyfiyet sahibiydi ve bu keyfiyet kendi medeniyetinden bıkkın “Piyer Loti”yi büyülemişti. Bugün bu keyfiyet, kemiyetten yana bunca eksildikten sonra, o güzelim renkleri, çizgileri, sesleri ve edâları, edepleri yeni nesillere anlatabilmek, eşyanın dördüncü budundan bahsetmek gibi bir şey oluyor.

Bu mâna, birçok bakımdan tereddiye uğramış olsa bile 1918 Mütâreke yıllarına kadar mevcuttu. Cumhuriyetin ilanından sonra ise, her gün, eski konakların kadife perdeleri gibi, sola sola nihayet tavan arasına kaldırıldı; ve yerine naylon örtüler yerleştirildi. Örtü mü, örtüsüzlük mü?...

Derken 2. Cihan harbi ile beraber, İstanbul üzerine bir Moğol istilâsı… Moğol ordigâhı halinde şehri kuşatan gece kondular, gece kondu tipleri ve onları tâkip eden, toprağına ve hüviyetine dargın köylüler… Bir de sermâyesini şehri rezil etmekte kullanan apartman inşaatçıları….

“Kâtibim” şarkısının, tambûrî Cemil Bey mızrabının, “Sivastopol” marşının ve “telgrafın telleri” türküsünün seslendirdiği, renklendirdiği ve biçimlendirdiği eski İstanbul, son haliyle Yahya Kemal’e de bir ciğer yarası olmuş ve ona, işte o İstanbul’dan bir eşya gibi, toprak altına sığınmaktan başka çare bırakmamıştı.

Yahya Kemal zaman ve mekânını kaybetmiş sanatkâra ne güzel bir örnektir; ve “zaman ve mekânını kaybeden bülbül nasıl yaşar?” hikmetine ne canlı misâldir!

Boğaziçi’nde deniz üstü bir ahşap yalıdan, Erenköy’ünde eski bir paşa köşküne kadar sâbık İstanbul çizgilerini on-on beş katlı, deniz kumundan mâmur, yüzsüz apartmanlar kalabalığı içinde hüzün ve hicapla bekleşir görüyorum da, o mekânların eski sahiplerini işaretleyici mezar taşlarına âşina gözle bakıyorum. 

Şair Nef’î “güneşle tartılsa yeridir!” dediği elmas İstanbul’u şimdiki haliyle görseydi, ona, “Çingene mangalında tüten bir marsık!” demezdi de ne derdi?

15 Haziran 1978 



Eyüp’teki Leylek

Ne ajanslar haberini verdi, ne de gazetelerde resmi çıktı.  Heykeltraşlar yüzüne alçı serpip kalıbını çıkarmadılar. 

Ölüm karşısında vazife aşkıyle tutuşan meşhur kelam sahipleri, bu münasebetle naftalinli siyah elbiselerini sandıktan çıkarmaya fırsat bulamadı.

Hülâsa, İstanbul’un en soylu hususiyetlerinden birini temsil eden zavallı leylek, sessiz sedasız öldü gitti.

Bilmem ki kahramanımızı teşhis edebildiniz mi? 

Eyüp camiinin elli senelik bekçisi meşhur leylek… İşte o öldü. 

Tek ayağının üstünde, gagası yere doğru sanki maskara seyyahları görmemek için iki taş arasındaki bir yosun parçasına bakarak elli sene Eyüp Camiini bekleyen ihtiyar leylek. 

Bu leylek, bazı lezzetler, bazı manzaralar, bazı tipler, bazı köşeler gibi, yalnız meraklıları ve bilenleri arasında meşhurdu.

Münekkit methiyesine, ne Hofer ilânına ne Peltekis makasına, ne de Küllük kahvesi sohbetine ihtiyaç duyuyordu. Anlayışı, “en süflî ile ‘en ulvî”den iki kutu taşıyan halkın gözünde o, elli senelik bir duruş, bir eda kahramanıydı. Maddî ve ruhî hadiselerin mistik düğümlerini çözmeyi ve bağlamayı herkesten iyi bilen Şarlo, İstanbul’lu olsaydı en güzel filmini onun için yapardı.

Ben bu leyleğe, duygumun samimiliğine inanacak kadar acıdım.

26 Ocak 1939

1 yorum:

  1. merhaba,
    nasılsınız?
    21 aralık blogger buluşmamıza beklerim
    http://ilkblogdenemem.blogspot.com.tr/2014/11/21-aralk-2014-te-6blogger-bulusmamz-var.html

    YanıtlaSil