Bu Blogda Ara

30 Kasım 2015 Pazartesi

Büyükbabam Abdülhakim Arvasi Üçışık

Büyükbabam Medresetül Mütehassisin Tasavvuf Müderrisi Merhum Esseyyid Abdülhâkim Arvasi-Üçışık'ın, “Sefinetul Evliya” adlı bir kitaba derc edilmek üzere kendisine sorulan soruları ve sorulara  cevaplarını havi doküman “Hal Tercümesi” adı ile “Büyük Doğu Yayınevi”nce tekrar basıldı. Bu vesile ile “Büyük Doğu Yayınevi”ne teşekkür ederim.

Ayrıca, kardeşim Prof. Dr. A. Hikmet Üçışık, büyükbabam hakkındaki hilaf-i hakikat bilgilerin yayılmasına mani olmak gayesiyle Merhum ile yapılan röportajı, “Hal Tercumesi” adlı kitabı, ana mehaz alarak Merhum Abdülhâkim  Arvasi  Üçışık’ın kısa biyografisini kaleme aldı.  Aşağıda, bu yazıyı, “ilk elden, en doğru bilgiyi” edinmek isteyen Aziz dostlarımızın ve ilgililerin bilgilerine arz ediyorum.

Ayşe Zahide Üçışık Arabacıoğlu

3 Kasım 2015 Salı

Sabır; korkaklık değildir!

Sabır; korkaklık değildir. Nasıl ki, çılgınlık da yiğitlik değilse...
Düşünmeli ki, bir kişinin yaptığı yalnız ona değil de bir çok kişiye sıçratılır. 

Üzüntü; şuuru kaybettirmemeli! 
En büyük sabırla hakikat yolunu göstermekten başka bir yola sapmamalı. Karşıdaki ne yaparsa yapsın, kışkırtıcılığın hangisine başvurursa başvursun, inanmış insan; hakikati “en güzel yolla” göstermeğe bakmalı. 

Kendi kendine çürümeye başlamış ve artık kokusu bile ortalığı kaplamaya yüz tutmuş bir dokunun üzerine varmamalı. 

Kirli suyu, insan üstüne sıçratmamalı. Bırakınız sinekler üşüşsün onun üstüne. Siz ışıl ışıl parlayan kaynaklara koşunuz.


Sezai Karakoç, Zafer Dergisi, Eylül 1983

N.F.Kısakürek'ten

Ezan
Ölürken aynı âhenk, salâ sesinden sızan:
Kulağıma doğduğum günde okunan ezan!

Hasret
Ölecek miyim, tam da söyleyecek çağımda

Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda. (1975)

25 Ekim 2015 Pazar

İstanbul’un Balıkları

İstanbul korularının makbul kuşu nasıl bülbül ise İstanbul’un balığı da lüferdir. (Bi zamanlar!)

Hatta İstanbul’lular lüfer muhabbeti ile bilinir. Lüfer merakı ile tanınırlar.

Defneyaprağı, çinekop, sarıkanat, lüfer ve kofana olarak isimlendirilen aynı familya balıkları, sonbaharda İstanbul boğazından geçiş yapar. Boğaziçinin göçmen özelliğinde olan bütün balıkları, ilkbaharda Karadeniz’e geçip, balıkçı tabiriyle “yaylaya” çıkarlar, sonbaharda ise beslenmiş ve yağlanmış olarak Boğaz’dan aşağıya Marmara’ya inerler.

Bu dönem balıkçılık açısından en hareketli ve balık mutfağı bakımından en bereketli dönemdir. Çingene Palamudu, torik olana kadar yakalanı, torik olunca tuzlu balık “lakerda” yapılır. Uskumru, kalkan, tekir, barbunya, sardalya, gümüş, levrek, kılıç, kefal, kırlangıç, karagöz, zargana, ispari, izmarit, mezgit İstanbul’un en çok bilinen balıklarıdır.

Ne yazık ki gün geçtikçe azalmakta ve artık istavrit, mezgit, hamsi ve denizanası dışında çok fazla deniz mahsulüne rastlanmamaktadır.

İstanbullu balıkçılar bir köpek balığı cinsi olan camgözden pek fazla hoşlanmazlar ama balıkları kaçırıp, balıkçılara imkân tanımadığı halde yunus balığı ise her zaman “uğurlu” sayarlar.

Şehirde kıyıdan olta balıkçılığı her zaman ve her dönemde yapıla gelmiştir. Ve Galata Köprüsünde, Boğaziçinin akıntı burunlarında yani Çengelköyünde, Arnavutköyünde, Kandilli de balık tutan İstanbul’lular, İstanbul fotoğrafının daimi bir pozu olmuştur.

Haluk Dursun, Şehir ve Kültür İstanbul,  Profil Yayıncılık, Ekim 2011

8 Mart 2015 Pazar

Yok öyle bir İstanbul!

On yıl öncesine kadar…

Ne zaman 
Emirgan Çınaraltında 
çayımı yudumlasam, 

" yok derdim içimden, 
en iyisi karşıya geçip 
çaya 
Kanlıca’da devam etmek..."

Benim için İstanbul’da yaşamak 
böyle 
tatlı bir 
salıncak keyfiydi 
sanki....
Bebek’te keyifle laflarken “haydi arkadaşlar, Samatya’ya!” deyip şevkle yerimizden fırladığımız bir şehirden söz ediyorum. Kadıköy’den geceyarısı kalkıp sabahı Fatih’te karşıladığımız bir şehirden…

Çoktandır, bu salıncakta sallanmıyorum. Hadi ben ağırlaştım. Fakat gençlere bakıyorum onlarda da yok bu canlılık. Çünkü şehir kompartımanlara ayrıldı. Her semt kendi sakinlerini içeriye kapattı, İstanbul dışarıda kaldı. 

***Şimdi içinizden birine neden İstanbul’da yaşamaktan yakınıp duruyorsun”? diye sorsam, hiç duraksamadan bir bir sayıp dökmeye başlar. 
Hepsi de elle tutulur şeyler, apaçık biçimde can sıkan şikayetlerdir. Ama “İstanbul’u neden seviyorsun?” dediğimde uzun uzun düşünülür. 

Yutkunulur. 

Kelimeler birbirini izlemekte zırlanır. Sadece bu halimiz bile çok şey anlatır. Sonraya klişe  cümleler gelir ya teorik güzellemeler. 

Çoğu zaman da nostaljiye sığınılır. Yirmili yaşlardaki gençlerin bile çok sağlam bir İstanbul nostaljisi var. Yani bu şehir, artık herkes için kaybolmaya yüz tutmuş fakat şiddetle özlenen uzak bir yurt!


“Hayır, doğru değil bütün bunlar!” deyip kendimizi kandırmayı sürdürelim mi? 

*** Bir de şu soru var… dolu dolu ve içimizden gelerek “İstanbul dediğimiz yer sahiden neresidir?

Ataşehir mesela, Beylikdüzü falan… buralar İstanbul olabilir mi? Buralardan hayata “İstanbul Hayatı” diyebilir miyiz? O semtleri sakinlerinin hayat tarzıyla birlikte yerinden söküp çıkarsak ve Kuala Lumpur’a, Londra’ya Sao Pauloya götürüp yerleştirirsek, yabancı kalırlar mı? Fakat İstanbul’a yabancılar! Yani diyeceğim… bu şehri bir bütün olarak sevmeye kalkmak palavradır. Yok öyle bir şehir! Varlığını iddia etmek, “hakiki İstanbul’a ihanettir.”


Haşmet Babaoğlu, 14 Şubat 2015, Sabah Gazetesi

İstanbul Türkçesi





Gecesi 
sümbül kokan 

Türkçesi 

bülbül kokan 

İstanbul.



(Necip Fazıl Kısakürek)


Bugün neredeyse konuşanı kalmamış olan İstanbul Türkçesinin kendisine has bir musikisi, telâffuzu, özel vurguları, değimleri ve atasözleri vardı. Abdullah Suphi ile Halid Ziya bir gün Paris Metrosunda karşılaşır, nicedir özledikleri anadilleriyle koyu bir sohbete dalarlar. Metrodan çıkarken bir Fransız yanlarına gelir, maruz görülmesini rica ettikten sonra, öteden beri dillerin musikisi ile ilgilendiğini ve yol boyunca hangi dille konuştuklarını çok merak ettiğini söyler. Türkçe olduğunu öğrenince “şimdiye kadar bu dili duymak fırsatını bulamadığına müteessir ve şimdi duyduğuna da pek mütehassis” olduğunu belirterek şöyle devam eder: “eğer bu istasyonda inmeseydiniz mahzâ konuşmanızı işitmek için sizi devam edeceğiniz istasyona kadar takip edecektim. Ne eski bir millet olduğunuz anlaşılıyor; zira lisanınızın bu ahenkli ve musikili inceliğine ermek için uzun zamanların sarf edilmiş olması iktiza eder.”

Divan şairleri çok çeşitli ve zengin kaynaklardan beslenen bu Türkçe’yi asırlar içinde kazandığı bütün nüansları ve incelikleri ile kullanmayı iyi bilir, sesine büyük bir ustalıkla hükmederlerdi. Eski şiir, devlet çapında yaygın olmakla beraber, esas itibariyle İstanbul’un sesi ve şiiriydi:

Ölsün mü neylesün olan aşufte hüsnüne
Kurbanın olduğum seni sevmek hatâ mıdır?
(Nahifi)

O gül endam bir şâle bürünsün yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün.
(Enderunlu Vâsıf)

Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz.
(Mahir)

Gel söyleşelim cümle geçen demleri cânâ.
(Sâmî)
….
Ağlatmayacaktın, yola bakdırmayacaktın
Ol va’de-i tekrâr-be-tekrârı unutma
(Esrar Dede)

Diyen şairler, İstanbul’da derinliğine yaşanmış aşkları İstanbul Türkçesinin en süzülmüş şekliyle dile getirmişlerdir. Bakî, Nâbî, Nedim, Şeyh Gâlip, Enderunlu Vâsıf, İzzet Molla gibi şarilerin şiirlerini bezeyen bağlar, bahçeler, serviler, çınarlar, lâleler, güller, nergisler, sümbüller İstanbul’un şehir estetiğini, iklimini ve tabiatını yansıtır. 

Eski şiire aşina olanlar, mesela:

Sen bî-haber hayalin ile gûşelerde biz
Tâ subh olunca hergice ayş-ü dem eyleriz
(Nedim)

Kadem kadem gece teşrifi Nailî o mehin
Cihan cihan elem-i intizâre değmez mi?
(Nailî)

Nâbî hayâl-i şi’r dahi şeb bulur nizâm
Her bezm-i râz çün bulur üslûb şeb-be-şeb.
(Nâbî)

Gibi söyleşilerinde İstanbul’un büyülü gecelerini hissederler. Yine de İstanbul’u anlayabilmek için:

Ko kafes nâlisini name-i pey-der-peye gel
Râygân dinleyelim bülbülü İstinye’ye gel.
(Şeyhülislam Yahya)

Göksu bir nâhoş hava şimdi
Çubuklu pek zihâm
Sevdiğim tenhâca çektiysek mi sa’dâbâd’e dek.
(Nedim)

Gice Kandilli’de gök kandil olup ol meh-rû
Mâh-tâb eyleyerek eyledi azm-i Göksu.
(Esrar Dede)
Beşir Ayvazoğlu, Şehir ve Kültür İstanbul, Ahmet Emre Bilgili, Ekim 2011, Profil Yayıncılık

4 Mart 2015 Çarşamba

"ÇOBAN" ADIYLA BAŞLAYAN KIYMETLİ BİTKİLER

ÇOBAN PÜSKÜLÜ

Çoban Püskülügiller familyasından bir bitki türü. Yurdumuzun bazı bölgelerinde bu bitkiye, yapraklarının parlak renginden dolayı Işılgan ve dikenli Pirel adları da verilir.

Çoban Püskülü genel olarak bir ağaçcık ise de bazı bölgelerde gelişerek 10  m ye kadar yükselebilen bir ağaç halini alabilir. Genç sürgünleri parlak yeşil yaprakları yaz-kıiş yeşil, sarmal dizilişli kısa saplı, derimsi kenarları dalgalı ve dikenli dişlidir. 

Çiçekleri küçük, kirli ak bazen kırmızımsı renkte demet halindedir. Kırmızı meyveleri 4 çekirdeklidir. Genel olarak orta Avrupa Balkanlar Türkiye Kafkasya,  Kuzey İran ve Akdeniz ülkelerinde,  orman ve çalılıklarda yetişir. Yurdumuzda ise bütün Karadeniz kıyı ormanları ile  Güneyde Amanos dağları ve ormanlarında yetişir. Bu cinsin bir türü Güney Amerika’da 18 ile 30 enlem daireleri arasında, özellikle Paraguay ve Güney Brezilya’da yetişir. Yapraklarında kafein bulunduğundan, bunlardan bu bölgede “ Paraguay Çayı” yapılır.




ÇOBAN TARAĞI

Tarakotugiller familyasından bir bitki cinsi. Yurdumuzda yetişen bazı türlerinin dikenli kapitulunlarını, örücüler yün kumaşları kabartmak için kullandıklarından bu bitkiye fesçitarağı adı da verilmektedir.

Bu bitki cinsinin yurdumuzda doğal olarak, dere ve hendek kenarlarında, orman açıklarında yetişen türleri vardır. Hemen hepsinin genel yayılma alanı Avrupa ve Ön Asya’dır.



ÇOBAN DEĞNEĞİ

Karabuğdaygiller familyasından bir bitki türü. Kültür bitkileri ile birlikte çok yayılmış, tropik Amerika, Güneyafrika, Madagaskar ve Hindistan’dan başka Dünya’nın hemen her yerinde yetişen kozmopolit bir karakter almıştır. 

Tarla ve yol kenarlarında yetişir. Yıllık, sürüngen, oldukça sık dalla sapsız yaprakları, sövü ya da mızrak biçiminde ve tam kenarlıdır. Çiçekleri küçük ve yeşilimsi ak renktedir. 

Çoban değneği çok eskiden beri tanınan tıbbi bir bitkidir. Akciğer veremine, böbrek hastalıkları ile romatizmaya, mide ve bağırsak kanamalarına karşı kullanılmıştır.


Türk Ansiklopedisi, Cilt:12, sayfa: 80, 1964

Taflan, Susam


TAFLAN; GÜLGİLLER FAMİLYASINA GİREN linn türüne bağlı yaprağını dökmeyen bir ağaçcıktır. 

Boyu 3 metre ve daha fazla olabilir. Ana yurdu Güneydoğu Avrupa’dan Hazar denizinin güney kıyılarına kadar uzanan şerit içindedir.

Karadeniz kıyı ormanlarında bol miktarda eskiden beri Avrupa, Anadolu ve komşu ülkelerde süs bitkisi olarak kullanılmaktadır. 

Çoğunlukla bahçe ve parklarda, yeşil çit olarak yetiştirilir.

Budamaya dayanıklıdır. Yavaş gelişmekle beraber uzun ömürlüdür. Saksı içinde yetiştirilerek evlerde süs bitkisi olarak da kullanılmaktadır. Dalları narin yapılı olup bazı çeşitleri dikene bazı çeşitleri top biçiminde gelişir. Etli, derimsi, üzerleri parlak yaprakları diri ve koyu yeşil renkli,  kısa saplı uzunca oval mızrak biçiminde, kısa uç kısmına doğru daralan şekilde ve kenarları çok hafif ince testere dişlidir. Çiçekleri küçük ve beyazdır.

SUSAM

İki Çenekliler sınıfının susamgiller familyasından, sıcak bölgelerde yetişen, bir yıllık yağ veren otsu bir bitkidir. 

Dünya’da en çok Hindistan’da, Mısır, Çin, Sudan, Meksika ve Türkiye’de yetişir.

Doğu ülkelerinden Afrika’ya oradan İspanya’ya, İspanya’dan da Avrupa’ya yayılmıştır. 

Türkiye’de daha çok Güney ve Güneybatı bölgelerinde “en çok Antalya, Muğla, Adana, İçel, Aydın, İzmir, Çanakkale ve Manisa” yetişir.


Türk Ansiklopedisi, Cilt:30, sayfa:2-3, 1981

Zerdeçal, zerdeçav, zerdeçöp, zerdeçop veya zedeçup


Zencefilgiller: familyasına bağlı curcuma cinsine giren çok yıllık, kök saplı bitkilere ve bunların şişkin kök saplarından çıkarılan çeşni verici veya boya olarak kullanılan maddeye verilen ad.

Çoğunun ana yurdu güney doğu Asyadır. Yabani florada yetişenlerin kısa ve kalın bir gövdeleri vardır. Kültüre alınanlarda bu gövde kısmı olmayıp yaprakları taşıyan saplar doğrudan kök saplardan çıkar ve 3 metreye kadar dikine boylanır. 

Yaprakları 60-75 cm uzunluğa 30 cm genişliğe varan büyüklükte olup diplerinde kukuletayı andıran ve çoğunlukla değişik renklerde olan bürgülerden nadiren çiçek çıkarıcı. 

Çiçekler bir sap etrafında, salkıma benzer biçimde, fakat kiremit gibi üst üste dizilmiş olarak bulunur ve gösterişlidir. 40 kadar değişik türü bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi curcuma olup kurutulmuş kök saplarından hint safranı adı verilen çeşni verici ve boya olarak kullanılan bir madde çıkarılır. Bu sarı madde aynı zamanda laboratuvarlarda bir endikatör olarak da kullanılır.


Türk Ansiklopedisi, 33.cilt, sayfa 484, 1984

İstanbul’un Su Yolları, Kemerler, Bendler ve Maksemler

Sultan 2. Mehmed’in şehrin fethinin hemen arkasından su tesislerini  ihyâ ettiği ve burada 40 çeşme denilen çeşmelerden su akıttığı yolunda bir kayda rastlanmamakta ise de 40 çeşme denilen tesislerin daha sonraları yapıldığı bilindiğine göre, bu tenâkuz halligereken bir mesele olarak kalmaktadır. Osmanlı devrindeki su teşkilâtı başlıca 3 büyük şebeke halinde gelişmiştir.

Bunlardan en eskisi Halkalı, 2. Kırkçeşme, 3. İse, Beyoğlu tarafının suyunu t’emin eden Bahçeköy veya Taksim su şebekesidir. Halkalı suyu şehrin Garb ve Şimâl’i  Garbîsinde Avas köyü, Şıfıtburgaz, Davutpaşa ve Çicoz Çiftliği havâlisindeki sâhalarda toplanan menbâğ sularından meydana gelmiştir. Esâsı belkş Mehmed2. Nin devrine kadar inen bu t’esis müteakip devirlerde devamlı olarak genişletilmiş ve bu tevsî ameliyesi onsekizinci asır içlerine kadar devam etmiştir. Halkalı suyunun zamanla teşekkül eden müteaddid kolları Fâtih,  Turunçlu, Bayeziıd, Ebussu’ûd, Atik Ali Paşa, Koca Mustafa Paşa, Süleymaniye, Cerrahpaşa, Sultan Ahmed, 1.Saray, Kasım Ağa, Köprülü Mehmed Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa, Beylik “Mahmud 1.”, Nuruosmaniye, Laleli “Mustafa 3.”, Kışlalar, Mihrimah adları ile ayırd edilmektedir.

İstanbul’un büyük külliyelerinin suları bu tesislerden t’min edildiğinden buna “Cevâmi-i Şerîfe Suları”da denilmektedir. Halkalı suları muhtelif kaynaklardan toplanmış ve itinalı inşâ edilen Kârgir su yolları vasıtası ile içine dağılarak, icap ettiğinde su terazileri vasıtası ile yüksek noktalara basınçla çıkmaları sağlanmıştır. Halkalı suyunun Süleymaniye ve Saray kolu denilen bir kolu şehrin en eski su te’sisi intibaını vermektedir.

Yirmi santimetre kutrunda künkler ile başlangıcından itibâren şehre doğru uzanarak yolunda bâzı ilâve suları “katma” almakta ve ma’zul kemer “halk arasında mazlum kemeri) nden geçmektedir. Bu kemer 104 m. Kadar uzunluğunda, beşi tek katlı diğerleri çift katlı onbir gözden ibâret, ortada 4,65 m kalınlığında ve 13,85 m yüksekliğinde, muntazam kesme taş bloklarından inşâ edilmiş, geç devirlerde kısmen tuğla tamirler ile takviye olunmuştur.

İslam Ansiklopedisi,5-2.Cilt, sayfa 1214, Milli Eğitim Basımevi, 1968

Türk Kadınına Şiir


Kahraman vermektir, görevin yurda,
Ninnine tarihin sesi karışsın

Bağlısın sen ezelden ana yurda;
Ninnine tarihin sesi karışsın

Mukaddes varlıksın, çünkü annesin;
Tarihe sor, sana, neslini desin;

Söyle Türk Kadını, söyle nerdesin?
Gel artık atın yarışsın.


Kaplan Kural

7 Ocak 2015 Çarşamba

İstanbul’da Artık “Kar” Dahi Tutmuyor?

20. katta: kar, 
10. katta: yağmur var!

İstanbul’da kar yağıyor. Hava çok soğuk fakat benim bulunduğum Anadolu yakası Kadıköy’de Feneryolu Göztepe ve Erenköy de kar tutmuyor. Lapa lapa kar yağmasına rağmen daha önceki senelerde kar yağdığı zaman mutlaka tutar, çocuklar karda oynarlardı. Çok değil bir kaç sene evvele kadar.

Bugün torunlarıma cevap vermekte zorlanıyorum. Torunum Sude çocuk kafası ile “kar geliyor ama aşağı inerken yağmur oluyor” diyor ve üzülüyor, niçin kar yere değmiyor diye...

Benim görüşüme göre “50 katlı binalar yapılırsa tabii ki kar tutmaz, yazık! Yazık!"  

Büyük binalar kendileri ile birlikte sokağı, hatta gökyüzünün bir bölümünü dahi ısıtıyor ya da havayı hapsediyor. 3 katlı bina yıkılıyor yerine en az 8,  arsasına göre de 16 katlı yapılıyor. 

Bunların sızısını kim hisseder, sorumluluğunu kim taşır? Belediyeler? Kim çocuklara cevap verecek? Biraz insaf! Her şey para değil! Dengeleri bozmayalım. Heyhat! ne yazık ki bozduk, hem de çok bozduk... 

Mimarlarımız, Mühendislerimiz, Kentsel Dönüşümcülerimiz; gelecekte çocuklarımızın eline kar değsin istemez misiniz?

Ayşe Zahide Arabacıoğlu, İstanbul, Ocak 2014

Çocuğunuzun Televizyondan olumsuz Etkilenmemesi İçin Neler Yapmalısınız?

  • Çocuğunuzun televizyon izleme davranışını günde bir iki saatle sınırlandırın. 
  • Televizyonda neyi seyrettiğinden haberdar olmak için kontrol edin. 
  • Televizyonda gördüğü anlayamadığı şeyleri açıklayın.
  • Televizyon önünde yalnız kalmasını önleyin. 
  • Televizyonu bir ödül ya da ceza olarak görmesin. 
  • Televizyonun bir çocuk bakıcısı olmadığını anlamasını sağlayın.


  • Televizyon izleyerek bütün boş zamanını doldurmasına izin vermeyin.
  • Televizyonda sadece reklam ve video kliplerle uyarılmasına izin vermeyin. 
  • Televizyon eşliğinde yemek yeme alışkanlığını kazandırmayın. 
  • Televizyonda izlediği belirlenmiş programın bitiminde televizyonu kapatın. 

Bütün bunları yaparken siz ailelerin birer model görevi gördüklerini ve kendi alışkanlıklarınızı da çocuklarınızın gelişimi doğrultusunda değiştirmeniz ve düzenlemeniz gerektiğini göz ardı etmemelisiniz.

Çocuk ve Aile Dergisi, 2004